Hatırlamak ve Es vermek üzerine bir deneme – Tarık Cemre Ağsar
Bir şeyin hakkını verebilmek için ilkin o şey hakkında konuşuyor olabilmek gerekir; söylemin kurulabilmesine olanak sağlayan dil vesilesiyle bu gerçekleşir ve kendiliğinden oluyormuşçasına doğal bir tavır sergileriz. O şey birçok şeyi işaret eder, hepsini biliyor olmak ise sanıldığının aksine mümkün olmaktan uzaktır; konuştuğum dil içinde tutunduğum tavır bir öteki için karmaşık, anlamsız olabilir -ki bizden net olmamızı ister/ beklerler- oysa bu karmaşık olan şey bir öteki için neyi ifade ediyorsa aynı şey özne için de kurulur. Bir şeyi bilebilmek; o şey hakkında konuşuyor olmak mıdır? O halde bildiğimizi bildiğimiz lakin bir türlü hatırlayamadığımız şeylerin bir kendiliği olabilir mi? Bu durumun izahını aşkın olarak düşünmek ve bu sistematik[1] platformun özne için bir yer işgal etmediğini hatta güncel psikolojinin sık sık sığındığı işlevselliğinin kendiliğinden olduğunu söyleyebilir miyiz? Kurmaya çalıştığım argüman farklı bir yerden bakıyor olmalı ki bu metin kendini yazdırıyor olsun.
Düşünelim, hatırladığımızı iddia ederken ilkin unuttuğumuzu kabul ediyor oluşumuz belki başlangıç için güzel bir nokta olabilir; tıpkı bir çizginin ister düz ister eğik olsun bir başlangıca tabii olduğu konumundan istesek de kaçamayız. Unuttuğumuz şey[ler] ne bakımından diğerlerinden nitel bir fark gözetiyor ki bu skalaya girip; yeni bir durumun içine çekiliyor ve bildiğini bilen özne bu durumu ıskalıyor. Iskalıyor zira hatırlamıyor, hatırladığı taktirde unuttuğunu kabul edip “unuttuğunu” belirtiyor ya da biliyor. Gündelik dile pelesenk olan “şimdi hatırlayamadım” tarzı söylemlerin hemen ardından gelen anı izi -ki muhakkak bir iz görüyor ve o iz sayesinde sallanmakta olan kanca bir yerlere tutunabiliyor- söylemin devam etmesine olanak sağlıyor. Lakin burada mesele hatırlıyor olmak değil; söylem ile daha sonrası hatırlandığı taktirde ya da es verildikten sonra devam eden söylemin hemen arasında kalan boşluk. Bu es verilmek üzerine konuşmadan evvel ilkin boşluğun ne olabileceğine değil neyi kast ettiğimi izah etmek isterim; söylemin kendisi o boşluk olabilir ya da söylememek istenilen lakin söylemekten geri durulmayan şey.
Dil duraksayan değil aksine sürekliliği olandır. Bizler olağanı vurgulamaktan kaçtığımız gibi duraksayıp ya da devam etmesi ile ilgili bir kaygı taşımayız; ilginçtir zira es verirken de konuşuruz lakin duymayız; insanın kendisini konuşurken işitmesi nasılsa olanaksızdır değil mi? Bu es vermenin; verilen esin neyi kurduğu ise devam eden cümleyle tamamlanır. Hatırlanmadığı taktirde “neyse” diyerek kapının dışında bırakılan şey nasılsa vazifesini görmüştür lakin onu o yapan adı eksik kalmıştır. Es vermek yani bir an olsun duraksamak; soluklanmak, sesi işitene vermediğimiz gibi konuşan ben için de alışlı-verişsiz kalmak. Peki bu boşluğun etrafında kurulan söylemin gayesi nedir? Bildiğini bildirmekle mi sonlanır yoksa bir başka şeyin devam niteliğinde midir? Bu sonun asla -doldurmak ile ilişiği olmadığını gözetebiliriz zira devamın devamı olan ve böylelikle kurulmaya devam edilebilen söylem duraksamaz; sürekliliğini koruyabilir.
Aksama mevcudiyeti sarsmaz aksine yeni bir şey için olanak sağlar, bu yeni olan şey tepeden bir inme bir sistemi değil aksine sarsan şey sayesinde kendi sürekliliğini sağlayabilecek olumlu, olumlu kalmaya devam edebilecek bir şeydir. Bir son olmadığını varsaydığımız gibi bir başka şeyin devamı olamayacağını koyutlarsak geriye bu yeni şey sayesinde başka bir söylemin var olduğunu düşünelim. Hatırlamıyoruz, es veriyoruz ve yeni bir söylem olduğunu varsaydığımız an hatırlanmayan şey dışarıda kalmış ya da bahis için artık değer gözetmeyen bir artık mıdır? Muamma, zira bu yeni kurulan düzenek bir boşluğun etrafında kuruldu, es verildikten sonra yeni bir şey olduğunu varsaydığımız söylemin başlangıcına dair çok az şey biliyoruz çünkü cümlemizi büyük bir harf ya da nokta sonrası kurmuyor aksine boşluk sonrası gelebilecek her türlü işaretle var edebiliyoruz. Hatta bir ses, gürültü, parazit ya da sessizlik. Bu haliyle hatırlanmayan şeyin kurucu bir yapı mı yoksa vazgeçile(bile)n bir şey olup/ olmadığına karar vermek zor belki imkansız. Bunun cevabını teoriden ziyade klinik gözlemlerle aramak en azından bizi, başlangıç için bir adım öteye taşıyabilir.
Unutmak üzerine yüzlerce neden bulabilir hatta bunu kişiye özel kategori de yapabiliriz lakin hatırlıyor olmak bir koşuldur. Bu koşul ilkin unutma sayesinde var olabilir, unutuyor olmanın masumca bir şey olduğunu ve psikolojinin söylediği gibi bir ruh sağlığını koruma vazifesi gördüğünü düşünelim lakin kıstasımız muhakkak “hatırlanmak üzere unutulan şeyler” olmalı ki bu denemenin bir tutarlılığı olsun. Seyrettiğimiz bir filmin ismini unuttuğumuzu; hatta varlığından bir haber olduğumuzu düşünelim ve sohbet esnasında o filmden konuşulsun ya da o filmi çağrıştırabilecek bir konuya dahil olduğumuzu varsayalım, bir ipucu elde edemediğimiz taktirde bu bir zulüm olacak ve düşünmek için zaman talebi dahi doğuracaktır. Hatırladığımızı varsayalım tekrardan; değişecek tek şey öteki ile filmin içeriği hakkında yorumlarımızı, gözlemlerimizi paylaşmak. Peki bunun önemi, hatırlıyor olmak mıdır yoksa ötekine bir şey paylaşıyor olmak mı? Ya da bildiğimizi bildirmek mi? Bu soruya verebileceğimiz cevaplar benzer durumlar için de uyarlanabilir; aldığımız dersin sınavı hatta islam dini için geçerli ahiret sınavı “rabbin kim”, ötekine bildiğimizi bildirme vazifesi belki de unutmak için tek sebeptir. Oysa görüp, işitirken duyguyu o an için tadarız ve daha sonrası için kayıt altına alırız. Lakin bu meselenin gidişatı ya da tekrarı ilkinin birer kopyası/ benzeri olacaktır. Ancak ötekine bildiğimizi bildirirken karşılığında aldığımız şey ilk durum için geçerli değil hatta aynı değil, farklıdır.
[1] Hatırlıyor oluşumuzla birlikte bu mesele üzerine konuşabiliyoruz; aksi düşünüldüğünde zaten üzerine konuşabileceğimiz bir durumumuz olmamakla birlikte ödeyebileceğimiz bir fatura zati mevcut değildir.