İkame Çocuk Psikolojisinin Arka Planındaki Lacancı Özne Kırıntıları – İskender Çolak
“Hayat’ı Ölüm’den ayıran sınır belli belirsizdir, bilinmezliklerle doludur. Birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını kim bilebilir?”
-Edgar Allan Poe-Diri Diri Gömülme-
Ebeveynlerin kaybettikleri çocuklarının yerini doldurmak için başka bir çocuk yapma ve ölen çocuğun zihinsel imgesini bu yeni doğan çocukta devam ettirme durumu bazı ailelerde sıkça karşılaşılmaktadır. Ölen bu kişi, ailenin çocuğu olabileceği gibi çok sevdikleri bir akraba ya da dostları da olabilmektedir. Ebeveynlerin daha önceden libidinal yatırım yaptıkları, ölen çocuğun ya da kişinin yerini dolduran bu yeni doğana “ikame çocuk” denmektedir (Volkan,2014:37). İkame çocuk kavramı Freud-sonrası psikanalistler tarafından ortaya atılmış bir kavram olup, psikanaliz literatürüne dahil edilmiştir. Bu kavram, Freud ve Lacan’ın teorilerinde izine rastlamadığımız bir mefhumdur. Yazımızın amacı; ikame çocuk psikolojisi altında yetişen çocuğun, özne olarak kastrasyona, annesinin arzusuna karşı nasıl bir konum aldığı, hangi yapının temellerinin atıldığını ortaya koymak ve bu minvalde ortaya çıkan diğer durumları ele almaktır. Ama öncelikle, özneyi açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir.
Lacancı Psikanalizde Özne ve Klinik Yapılar
Lacan’a göre yeni doğan bir bebek dünyaya prematüre olarak gelir. Herhangi bir hayvanın yavrusu doğduktan kısa bir süre sonra kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarabilirken, yeni doğan insan yavrusu bu becerilerden yoksundur. Kaos ve karmaşanın içine doğan daha henüz yürüyemeyen, motor koordinasyonuna sahip olamayan bu bebek, kendisine bütünlük hissi verecek bir imgeye ihtiyaç duyar. Lacan (2004:4), altıncı aydan onsekizinci aya kadar süren ve bebeğin “ayna karşısında, kendisini saran bir insana ya da başka bir yapay desteğe dayanarak coşkulu bir gayretle bu desteğin engelini aşıp, biraz eğik de olsa poz vererek” kendi imgesini sabitleyebildiğini söyler. Bu sabitliğin sağlanması ancak ve ancak bebeğin karşısındaki imgeyle özdeşleşmesi sonucu olabilir. Bu özdeşleşme sayesinde bebek, parçalı olan beden duygusunun içinden çıkarak bedeni üzerinde hakimiyet kurduğunu ve artık yapamayacağı şeyleri yapabileceği hissine kapılır. Lacan, Ego’nun temelinin atıldığı bu dönemi “Ayna Evresi” olarak adlandırır. Bebek, kendisini bir bütün olarak hissettiği bu özdeşleşmede aynı zamanda kendisine ve kendi imgesine yabancılaşır. Ego’nun temeli esasen bu yabancılaşmadan meydana gelir. Lacan’a göre Ego, temelinin yanlış tanımaya dayandığı, kendisini tüm güçlü hissettiği bir yanılsama etrafında oluşur. Ayna evresi Lacan için imge, yanılsama, yabancılaşma gibi kavramların ortaya çıktığı bir evre olması sebebiyle, imgesel ilişkilerin merkezidir. Lacan (1993:241), bu merkez için “İmgesel olarak öteki vardır. Geleneksel öz-bilincin kurulduğu yer, ötekiyle girilen bu imgesel ilişkidir” der. Bu öteki, ilksel bir öteki olan anne (mOther) ya da anne işlevini yerine getiren bakıcı nesnedir. Anne ve çocuktan oluşan bu imgesel ikili ilişkide, çocuk kendisini, annesinin eksikliğini dolduran bir nesneyle özdeşleşerek, annesinin arzusunun biricik nesnesi olduğunu düşünür. Bu nesne fallustur. Fallus burada giderilebilecek bir nesne olması sebebiyle imgeseldir. Şunu belirtmek gerekir ki Freud, kuramı boyunca bu fallusu somut bir nesne olarak ele alır ve bunun penis olduğunu pek çok kez belirtir. Ancak Lacan için fallus, penis artı eksikliğin gösterenidir. Çocuk, annesinin imgesel fallusu olarak eksikliğin olmadığı, annesiyle bütünlük içinde olduğu bu ikili ilişkide fallus olarak konumlanır. Ancak çocuk bir zaman sonra kendisinden farklı olarak, annesinin ilgisini çeken başka bir şeyin olduğunu fark eder. Annenin arzusunun çocuktan farklı bir yöne kaydığı bu yer babadır. Tabii buradaki babanın somut bir baba olması zorunlu değildir. Annenin çocuktan farklı bir yere yönelmesine neden olacak bir iş, uğraş vb. şeylerde baba (Baba-nın Adı) işlevi görebilir. Baba bir gösterendir[1]. Çocuk için burada esas olan şey, annesinin arzusunun biricik nesnesi olmadığının acı gerçeğidir. Baba yasanın taşıyıcısı olarak devreye girer ve anne-çocuk arasındaki imgesel ilişkiyi kırar.
Şu ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir: anne-çocuk ilişkisinin en yoğun olduğu imgesel dönemde çocuk daha henüz bir özne adayıdır. Bu demektir ki Lacan’ın kuramında, ego ile özne aynı şey değildir. Ego, ayna evresinde ilk ötekiyle olan imgesel ilişkide oluşurken, öznenin ortaya çıkması için bir diğer Ötekiyle yüzleşmesi gerekmektedir. Bu Öteki babanın yasasıyla çocuğun dahil olduğu simgesel düzenin ta kendisidir. Lacan’a göre kastrasyon tam da burada çocuğun bir gösteren olan babayla karşılaşması sonucu meydana gelir. Bu gösteren Ötekinin alanında ortaya çıkar ve bir gösteren zincirinin, kümesinin (S2) oluşmasını sağlar. Özne bu zincirin sonucu ortaya çıkar. Lacan, S1-S2 arasındaki bölünmeyle beraber gösterenin (S2) özneyi bir başka gösteren (S1) için temsil ettiğini söyler. Lacan bu tanımı açıklığa kavuşturmak için bir örneğe başvurur:
“…çölde üzeri hiyerogrifle yazılı bir taş bulduğunuzu farz edin. Geride bu yazıyı yazan bir özne olduğundan bir an bile kuşku duymazsınız. Ama her gösterenin size hitap ettiğini sanmak yanlıştır – bunun kanıtı taşın üstündeki yazıdan hiçbir şey anlamamanızdır. Buna karşılık yazıları gösteren olarak tanımlarsınız, çünkü bu gösterenlerin her birinin başka gösterenlerle ilişkili olduğundan eminsinizdir. Öznenin Ötekinin alanıyla ilişkisi de aynen böyledir” (Lacan,2017:210).
Gösterenler ağına dahil olan çocuk için bunun bazı sonuçları vardır elbette. İlk kez kendisinde eksiklik hisseden çocuk artık imgesel fallus konumunu böylelikle kaybetmiş olur. Burada iki temel kavramdan bahsetmemiz gerekmektedir: yabancılaşma ve ayrılma. Lacan’ın kuramında temel olarak yabancılaşma iki aşamada gerçekleşir. İlki ayna evresinde bebeğin ötekinde tanınmasında (bu yanlış bir tanınmadır), ikincisi ise simgesel düzenin (kültür, dil) özne için var olmasıyla sonuçlanan bir yabancılaşmadır. Lacan 11. seminerinde bu yabancılaşma durumunu “ya cüzdanın ya canın” adını verdiği bir hırsızlık senaryosu ile ele alır. Kişi cüzdanı seçerse hem cüzdanı hem de canını kaybedecektir. Ancak canını seçerse sadece cüzdanını kaybedecektir (Lacan,2017:224-225). Bu yabancılaşma öznelliğe atılan bir adım olsa da aynı zamanda özne için bölünmüşlüğü de ifade eder. Çünkü özne bir taraftan kazanırken (canını) diğer yandan kaybetmiştir (parasını). Öznenin bu zorunlu seçimiyle beraber gelen kayıp sonucunda simgesel doğmuş olacak yani büyük Öteki’nin mahali ortaya çıkacaktır. Lacan, öznenin tarafına Varlık’ı koyarken, büyük Ötekinin tarafına Anlam‘ı yerleştirir. Artık öznenin tek başına bir anlama varması olanaksızdır. Öznenin konuştuğu şeyin anlamı, her zaman Ötekinin alanının içinde tanımlanacaktır ve bu anlam onun için her zaman başka bir anlama gönderme yapacaktır. Ayrışma ise öznenin bölünmüş olduğu gibi annenin de bölünmüşlüğüyle ilişkilidir. Eksikliğin öznesi olan çocuk kendisinin olduğu gibi annesinin de eksik olduğunu anladığı an, fallusa sahip yegane kişinin baba olduğunu düşünür ve böylece onunla özdeşleşerek simgesel düzende bu fallusla ilişki içinde simgesele tabi olur. Öznenin burada vazgeçmesi gereken şey hem annesi hem de Lacan’ın jouissance[2] adını verdiği şeydir. Çocuk için başlangıçta tam olan bu jouissance, öznenin varoluşu için feda etmesi ve yasaya (Babaya), Ötekine devretmesi gereken şeydir. Çocuktan koparılan bu ilksel parça, bir daha asla yerine koyulamayacak olan şeydir. Artık anne bile bu eksikliğin yerini dolduran nesne yerine geçemez. Bu eksiklik bir kavramın ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu kavram obje petit a’dır. Obje petit a, arzunun nesne nedeni olarak beliren ve arzunun metonimik olarak kaymasını, yer değiştirmesini sağlayan şeydir. Böylelikle arzu belli bir diyalektik içine girer. Özne ancak eksiklikle arzular. Arzu, giderilebilir ya da tatmin edilebilir bir şey olmaması sebebiyle ihtiyaç ya da talepten ayrılır. İhtiyaç bir bebeğin temel olarak gereksinim duyduğu şeylerdir; yemek yeme, dışkılama gibi. Bebek bu ihtiyaçlarını gidermek için ötekine (anneye) yönelir ve ondan talepte bulunur. Kısacası, “Bir talep başka bir kişiye hitap eden bir ihtiyaçtır” (Fink,2016:334). Ancak arzu sadece eksik olduğu sürece var olabilir. Bu sebeple obje petit a belli bir nesneyi temsil etmez. O, arzunun devam etmesini sağlayan, arzuyu iten bir nevi motor gücüdür.
Buraya kadar çok fazla kavramdan bahsetsek de bunlar aynı bütünün parçalarıdır. Belli başlı kavramların zihinde canlanması için öznenin yaşadığı bu süreci absürt bir metafora başvurarak hikayeleştirmeye çalışabiliriz: özne adayını, dünyadan uzaya fırlatılacak bir roket olarak düşünelim. Bu roketin uzaya çıkabilmesi için öncelikle atmosferden geçmesi ve ondan sonra hedefine gidebileceğini biliriz. Ancak roketin atmosferden çıkabilmesi için yakıt modüllerinin bir kısmını bırakmak zorundadır. Kurduğumuz bu analojiye bakacak olursak özne, tıpkı burdaki roketin yakıt modülünü geride bırakması gibi, sahip olduğu jouissance’ın bir kısmından vazgeçmek zorundadır. Atmosfer görevini yerine getiren Baba (Yasa) vasıtasıyla özne, kastre olduktan sonra arzulayabilir ve bir roket misali hedeflere yönelebilir ya da arzulayabilir. Lacan için bir öznenin konumunun belirlenmesi kastrasyon sonucu veya kastrasyonun olup olmamasına bağlı gelişir. Nevrotik bir özne kastasyondan sonra Oedipus sürecine dahil olarak insanlaşma sürecini tamamlar. Lacan, Oedipus sürecini başlatan şeyin ilksel yasa olduğunu özellikle belirtir. İlksel yasanın yasakladığı şey tabii ki ensest yasağından başka bir şey değildir. Lacan bunu simgesel ilişkilerinin düzenini belirttiği antropolojiden esinlenerek ele alır. Bunu şöyle açıklar: “İlksel yasa, evlilik bağlarını düzenlerken, çiftleşmenin yasasına terk edilmiş olan doğanın üzerine kültürün krallığını yerleştirir” (Lacan,2004:65-66). Burada doğadan kültüre bir geçiş söz konusudur. Nevrotik özne artık bölünmüş bir öznedir. Dil[3] tarafından bilinçdışı ile bilinç arasında, imgesel ile simgesel arasında bölünmüş olan bu özne, artık ego’nun yanılsamalı bir şekilde kendini gördüğü bütünlükten, teklikten ibaret değildir. Bu sebeple Lacan için analizde ego ilksel bir öneme sahip değildir. Lacan için analizde esas kulak verilmesi gereken öznedir. Bilinçdışının öznesidir. Peki buradaki bilinçdışının öznesinden kastedilen şey nedir? Nevrotik bir bireyin ontolojisinin temeli bastırma mekanizmasına dayanır. Nevrotik özne için bilinçdışı, kastrasyon sonucu artık berrak bir şekilde açık değildir. Birey için ensest ilişki vb. kaçındığı düşünceler artık bastırılmıştır ki bu birincil olan temel bastırmadır. Ancak Lacan, bu bastırılan düşüncelerin rüyalarda, sakar eylemlerde, esprilerde ve semptomlarda geri döneceğini ve kendini göstereceğini belirtir (Fink,2016:173). Lacan rüyalar, sakar eylemler ve esprilerin ortak noktasına dikkat çeker. Bunların birer “engel olarak ortaya çıktıklarını” ve tökezlemeye sebep olarak kendilerini gösterdiklerini belirtir. Lacan (2017:31)’a göre Freud, bilinçdışının deşifresini yaptığı ilk üç kitabında[4] bilinçdışını bu kopmalarda veya engelin ortaya çıktığı yarıklarda arar. Çünkü bilinçdışı kendini bu boşluklarda gösterip geri çeker.
Kendisinin omnipotent (tümgüçlü) ya da bir bütün olduğunu zanneden birey, bu edimler sebebiyle elinde olmadan bir şeylerin türediğini anlar. Bu edimler, hatta semptomlar, nevrotik bir öznede “neden” sorusunun ortaya çıkmasını sağlayan şeydir ki Freud, psikanalizi bu “neden” sorusunu merkeze alarak geliştirir. Nevrotik özne ancak bu neden sorusunun üzerine giderse bilinçdışı hakikatiyle yüzleşme fırsatı yakalayabilir.
Nevrotik bir öznede değinmemiz gereken bir başka noktası ise onun en belirgin yanı olan şüphedir. Cevap nevrotik için asla pür bir şekilde açık değildir. Bunun temeli ilk Öteki’nin ortaya çıktığı döneme dayanır. Çocuk için artık arzu sorusu ve arzunun belirsizliği ortaya çıkmıştır. “Che voui?”, “Arzuladığın nedir?”, ya da “Benden arzulanan ne?” gibi soruların, Öteki ile karşılaşmanın sebep olduğu bir sonuçtur. Nevrotik özne, Ötekinin arzusunu arzular ve bu Ötekinin arzusunun nesnesi olmak için mücadele eder. Örneğin, bir çocuğun polis olmak gibi bir arzusu olduğunu varsayalım. Her ne kadar kendine ait bir arzu gibi görünse de, bunun arka planında, zamanında polis olmayı çok istemiş fakat olamamış bir babanın arzusu bulunabilir. Nevroz’da arzu Ötekiyle ilişki içinde şekil alan, değişen bir arayıştır. Bu arayış onun arzusunun temel dayanağıdır. Arzunun nesne nedeni olan obje petit a, simgesel düzene açılan kapı sonucunda ortaya çıkarak bu arzunun sürekliliğini sağlar ve Lacan’ın temel olan üç düzleminin kesişim noktasında yer alır.
Lacan, öznenin esasen üç temel düzenle ilişki içinde kurulduğunu savunur. Bunlar; gerçek (réel), imgesel ve simgesel’dir. Buraya kadar bu üç düzenden imgesel ve simgesele yeterince değindik. Gerçek ise Lacancı kuramda dil öncesi-simgesel öncesi dönemdir. Daha henüz doğadan kültüre geçmeyen, kurallardan azade olan bebeğin düzenidir. Tam olarak ifade edersek, esasında gerçek dil’e dökülemeyen “şey”dir. Örneğin, ölüm veya doğum öncesi. Bu iki kavramda istenildiği kadar ifade edilmeye çalışılırsa çalışılsın, asla tam olarak simgeselleştirilemezler. Çünkü ölüm deneyimlenmeden bilinemeyecek bir şeydir. Deneyimlendiğinde zaten bilen, bilebilecek olan yok olmuş olacaktır. Tıpkı hiçbir bireyin kendi doğum anını ve o anda yaşadıklarını hatırlayamaması, bilememesi gibi. Bu gerçek (réel), gerçeklik (reality) ile karıştırılmamalıdır. Gerçeklik (reality) bir kurgudan ibarettir. Gerçek’in (réel) simgeselleştirilebildiği kadarı bu gerçekliği (reality) oluşturur. Nevrotik özne bu gerçeğe (réel) arzusunun yolunu gösteren fantezi yoluyla bağlıdır. Ancak fantezi penceresinin arkasından görebileceği bir noktadır bu.
Peki fantazi nevroz için ne anlama gelir ya da nasıl bir işlevi vardır? Bu sorunun cevabı kısaca fantazinin en yakın dostu olan arzuda yatmaktadır. Özne için arzu başlangıçtan beri sahip olduğu bir şey değildir. Hatırlarsak bu daha sonra öznenin eksiklik deneyimini yaşamasıyla ortaya çıkan bir aşamanın sonucuydu. Che voui? sorusuyla karşılaşan özne, bu soruya ya da bu belirsizliğe fantezi ile cevap verir. Özneye arzulamayı öğreten, bunu sağlayan şey tam da fantazidir. Başka bir ifadeyle “özne ancak fantezi yoluyla arzulayan özne olarak kurulur: Fantezi yoluyla, arzulamayı öğreniriz” (Zizek,2013:20). Lacan bunu temel fantezi olarak “S<>a” (üzeri çizili özne-obje petit a ile ilişkisi) bu şekilde yazar. Fantazinin esas işlevi; nevrotiğin temel kaybına, eksiğine çözüm üreten ve bu eksikliğin giderildiği bir senaryo oluşturmasıdır. Aslına bakarsak nevrotik için fantazi, asla ulaşamayacağı nesneye doğru kurduğu imkansızlıktan ve tekerrürden başka bir şey değildir. Çünkü nevrozda obje petit a arzulansa da yakalanması imkânsız olan ve her zaman ıskalanan nesnedir.
Lacan’ın klinik açıdan kuramında, üç temel yapının ön plana çıktığını görürüz. Bunlar nevroz (obsesyon, histeri, fobi), sapkın ve psikoz yapılarıdır. Bu yapılar belli başlı etkileşimler sürecinde öznenin temelini ya da ontolojisini oluşturur. Lacan bu noktada öznenin konumunu, yapısını belirleyen iki temel aşama belirler. Bunlar daha önce değindiğimiz yabancılaşma ve ayrılmadır. Buraya kadar bu iki kavramı nevrotik bir öznenin hikayesinde ele aldık. Kısaca tekrar edersek; nevrotik bir özne bu iki aşamadan da başarılı bir şekilde geçer. Yabancılaşma, ilk öteki’nin belirdiği ve ego’nun oluştuğu yer olan “imgesel düzenin kurucusudur. Yabancılaşma özü gereği imgeseldir” (Lacan,1993:146). Ayrılma ise büyük Öteki ile olan karşılaşmanın bir sonucu olarak özneyi simgesel düzene dahil eden ve arzuyu ortaya çıkaran şeydir. Ayrılma işlevini sağlayan Baba-nın Adı, jouissance olarak anneyi yasaklar ve bu şekilde özne için ayrılma gerçekleşmiş olur. Yabancılaşma ve ayrılma, nevrotik bir öznenin kurulması için elzem olan iki eşiktir. Ancak sapkın ve psikotik yapının bu eşiklere göre aldığı konum nevrotikten farklıdır. Öncelikle Lacancı klinikte “sapkın” yapının herhangi bir cinsel davranış (teşhircilik, gözetlemecilik vb.) biçimiyle bir bağlantısı yoktur[5]. Sapkın, ne istediğini bilen kişi olması sebebiyle sapkındır. Nevrotik bir öznede, Ötekinin ne arzuladığını anlamaya çalışarak kafasında binlerce soru işaretleri oluşurken, sapkın yapı, Ötekiyle böyle bir diyalektiğe girmez. O, Ötekinin ne istediğinden ziyade kendisinin Ötekinden istediği şeyi bilen kişidir. Sapkının yabancılaşmada veya bilinç bilinçdışı arasında bölünmede bir sorunu yoktur. Esas sıkıntı onun için anneden ayrılma/ayrışmada gerçekleşen bir arızadır. Nevrotik, imgesel fallusundan vazgeçer ama daha sonra bu fallusu Ötekinden geri alacağını düşünürek (ki asla alamaz) simgesel fallus peşinde koşar. Sapkın yapının arıza noktası işte bu imgesel fallustan vazgeçmemesi ya da vazgeçmek istememesidir. Annesinin eksiğinin nesnesi olarak sapkın bu eksiğe kendini konumlandırır. Baba bir yasa koyucu olarak çocuğu anneden, jouissance’tan ayırmayı “talep etse de” sapkın inkar mekanizmasıyla babayla mücadele içine girerek ona karşı direnir (Fink,2016:255). Sapkın, sadece ayrışamamanın getirdiği anksiyetesini azaltmak için bu babayı ya da babanın yasasını kendine dayatmaya çalışarak bir oyun kurar. Bu fantezi senaryosu etrafında bir yandan yasanın kendisine dayatılmasını sağlamaya çalışırken diğer yandan bu yasayla mücadele içine girer. Kısacası kendi kurduğu oyunu yine kendisi bozar. Sapkın bu sebeple yabancılaşma ve ayrışma eşikleri arasında sıkışmış bir yapı olarak tanımlanabilir.
Sapkın ve nevrotik yapılarda olduğu gibi özne, hayatına dahil olan ilk yabancıya verdiği tepkiyle beraber simgesel düzen içinde konumlanır. Bu yabancı kuşku yoktur ki baba’dan (baba-nın adı) başkası değildir. Baba tıpkı sinemada bize yer gösteren teşrifatçı gibi bu düzenin yönlendiricisidir; ışık tuttuğu yere oturmak zorunda olduğumuz veya ona karşı çıktığımız, yadsıdığımız kişidir. Nevrotik öznede bastırma, sapkında ise inkar mekanizmaları bu baba ile ilişkiye ait dinamikler olarak kendini gösterir. Peki ya kişi (özne) sinemaya gitmek istemeyip, bu teşrifatçı ile hiç karşılaşmazsa…
Babayla karşılaşılmayan bu durumun sonucu, Lacan’ın III. seminerinde belirttiği psikotik bir düzenin ortaya çıkmasına neden olan şeydir. Çünkü burada baba-nın adı menedilmiş (foreclosure) olup, simgesel düzen dışında kalmış bir yapı olarak psikotik bir zemin atılmıştır. Lacan’ın paternal metafor olarak adlandırdığı bu işlevin eksikliği, psikotik öznenin hayatında hiçbir şekilde dolduramayacağı bir yeri işaret eder ve kişi bu eksikliğin sonuçlarını ömrü boyunca taşır. Babanın (paternal metafor) oyuna dahil olmaması sebebiyle kastrasyon kompleksinin dışında kalan çocuk için simgesel düzen (dil, yasa, kurallar bütünü vb.) daha başlamadan yıkılmıştır. Böylelikle Ötekinde hiçbir zaman kapanmayacak bir delik açılmıştır. Çünkü paternal metafor çocuğun imgeselinde uyandırılmamış, yani baba-nın adı, annenin arzusunu iptal etmemiş ve baba, çocuk ile anne arasına girememiştir. Burada önemli olan Lacan’ın dediği gibi “baba-anne-çocuk üçgeni değil bir (baba)-fallus-anne-çocuk üçgeni” sorunudur (Lacan,1993:319) Çocuk için babanın var olmadığı bu üçgende fallus da olamaz. Çünkü simgesel düzen baba göstereni sayesinde imgeselin üzerine kaydolur. Psikozda bu olmadığı için fallus, çocuk-anne arasındaki imgesel ilişkiden dışarı çıkamaz. Lacan’a göre fallus bu durumda psikotik kişinin kendisidir, yani hala annesinin biricik nesnesi olarak kalan çocuktur. Bu sebeple psikozlarda imgesel ilişki yoğun bir şekilde gözlemlenir. Buna daha sonra detaylı bir şekilde değineceğiz. Psikozda arzu nevrotikte olduğu gibi kurulmamıştır. Öznede arzu ancak ve ancak yasak olduğu sürece var olabilir. Baba-nın adı, yasa ve arzunun birbirine eklemlenmesini sağlayarak öznenin dile girişini sağlar. Psikozda paternal metafor men edildiği için “bir tarafta Yasa olmadan arzu, diğer tarafta arzu olmadan Yasa kalır. Yasa olmadan arzu sınırsız biçimde jouissance içinde olmaktır, böyle bir arzunun sınırı yoktur ve tabii Ötekiyle bağı da yoktur” (Korulsan,2016:51). Bu nedenle psikoz, arzulama ve arzulanan diyalektiğine de girmez. Çünkü eksiğin olmadığı yerde zaten arzuda doğamaz. Baba-nın adı bu sebeple bir özne için hayati önem taşımaktadır. Dediğimiz gibi o bizim simgesel düzende nasıl yer alacağımızı belirler.
Psikozda, bir nevrotikte olduğu gibi jouissance’ın bir parçası Ötekine (babaya) devredilmez, çünkü Öteki yoktur, eksiktir. Baba göstereni “çocuğun jouissance’ını yatıştırmaya yetmediğinden, bu jouissance çocuğun hayatını zora sokar” (Fink,1995:74-75). Psikotik yapılar arasında (paranoya, şizofreni, melankoli) bu jouissance’ın konumlanışı veya jouissance ile baş etme yolları değişiklik göstermektedir. Ancak kesin olan bir şey vardır o da psikozun jouissance tarafından işgal edilmiş olduğu gerçeğidir. Çocuğun jouissance’ının bir parçası eksik olmalı ki bu eksiklikle beraber ortaya arzu çıksın ve simgesel düzen işlerlik kazansın. Bu eksiğin olmadığı bir sistemde öznenin varoluşu da söz konusu olamaz. Bu durumu somut bir örnekle ele alalım. Bir çocuk düşünün ki açlık, susuzluk, üşüme gibi herhangi bir ihtiyacı deneyimlemesine izin verilmeden bir öteki (mOther) tarafından bu ihtiyaçları karşılanıyor olsun. Eksikliğe yer tanınmayan bu sistemde çocuk neden dile ihtiyaç duysun ya da bunu istesin (Fink,1995:103). Psikoza yol açabilecek nedenlerden biri anne ile çocuğun bir bütünlük içinde olduğu bu durumdur. Lacan, annenin yokluğundan ziyade varlığının esas problem yarattığını belirtmesi boşuna değildir. Annenin aşırı üstüne düştüğü çocuk için burada paternal metafora yer yoktur ki anne kendinden başka bir gösterene yer vermez. Baba işlevinin çocukta yer edinmesi için annenin söyleminde bu babaya yer açması veya babanın kendini çocuk ve anneye zorla dayatması gerekmektedir. Bahsettiğimiz anne-çocuk birliğinden oluşan bu psikoz grubunda yabancılaşma mevcuttur ancak ayrışma/ayrılma gerçekleşmemiştir. Başka bir psikoz grubunda ise annenin yokluğu söz konusudur ve burada ise yabancılaşma da gerçekleşmemiştir. Leader, psikozda yabancılaşmanın olup olmamasının kelimelerin üzerinde belli bir etkisinin olduğunu belirtir. Yabancılaşmanın olmadığı psikoz grubunda kelimelerin kişinin üzerinde etkisinin yok denecek kadar az olması söz konusuyken, yabancılaşmanın olduğu ancak ayrışmanın olmadığı psikoz gurubunda ise kelimelerin etkisi aşırı derecede kendini gösterir (Leader,2016:184). Bu sebeple Lacan, “Psikozda dil fenomenlerine önem verilmesi bizim açımızdan en verimli derstir” diyerek psikoz seminerinde dil konusuna özellikle yer ayırır (Lacan,1993:144). Nevroz ile psikoz arasındaki en belirgin fark işte bu dil noktasında belli olur. Lacan, psikotik kişinin dil tarafından ele geçirildiğini ve kelimelerin onun için “şey” düzeyinde ifade kazandığını pek çok kez vurgulamıştır. Bir nevrotikte olduğu gibi gösteren zincirine dahil olmayan psikoz için, bir kelimenin anlamı belli başlı başka bir anlama gönderme yapmaz. Örneğin, minibüsteyken psikotik bir kişiye “şu parayı uzatır mısınız?” dediğinizde parayı çekiştirip yırtması ya da bu cümlenin altında farklı anlamlar araması (bana zarar vericek vb.) gayet olağandır. Çünkü psikotik için dil ve anlam arasındaki bu düzeni sabitleyecek bir baba göstereni yoktur. Psikozun mecazlı anlatım ya da metaforları anlama zorluğu sebebiyle, özellikle analizde bu anlatım yollarına başvurulmadığı bilinmektedir. Dil ve anlam arasındaki ilişkisizlik, psikotik özneyi neolojizme başvurmasına yol açar ya da mecbur kılar. Neolojizm, yani yeni kelimeler üretme bir psikozun en belirgin yönlerinden biridir. Anlam ilişkisinin koptuğu yerlerde ya da kendilerini ifade edebilecek kelimeleri dile dökemediklerinde neoloji kullanmaları sık görülür. Aslında ironik açıdan bu durum, Lacan’ın kuramını anlatmak için başvurduğu kelime oyunlarına benzetilebilir. Lacan’ın ürettiği yeni kavramlarında tek başına bir anlamı yoktur. Ancak parçalara ayırarak yoğunluğunu dile dökebilirsiniz. Sonuçta Lacanda kendi kuramını aktarabilmek için bir psikotik kadar acı çekmiştir. Metine sadık kalma sebebiyle bu konuyu burada bırakalım.
Psikotik özne, dil tarafından bilinç ile bilinçdışı arasında bölünmediği için bir nevrotikteki gibi bilinçdışı işlevsel değildir. Lacan psikozda “bilinçdışının mevcut, ancak işlevsiz” olduğunu belirtir (Lacan,1993:208). Yani bir nevrotikte olduğu gibi bilinçdışı kendini rüyalar, sakar eylemler, esprilerde göstermez. Ama bu demek değildir ki psikoz dil sürçmesi yapmaz ya da rüya görmez. Psikozlarda rüya görür ancak bir nevrotikte olduğu gibi rüyasının metaforlarla, yer değiştirmelerle ya da arzuyla dolambaçlı bir ilişkisi yoktur. Psikoz için bilinçdışı açık bir şekilde ortadadır. Bir nevrotikte olduğu gibi gerçek (réel) ile arasında bir fantasm perdesi bulunmamaktadır. Bu sebeple psikozun yaşamındaki gerçek (réel), kendini her zaman simgeseldeki ya da Öteki’ndeki delikte gösterecektir. Halüsinasyonlar ya da hezeyanlar, psikotik öznenin işte bu delikle mücadele etmek için başvurduğu bir iyileşme çabasıdır. Bu çabayı ilk kez Freud “Nevroz ve Psikoz” adlı makalesinde, “egonun dış dünyayla ilişkisindeki yırtılmanın bulunduğu noktaya eklenen bir yama” olarak betimlemiştir (Freud,1924/2016:229230). Freud’a göre ego psikozda, halüsinasyon ya da hezeyanla dış dünyaya (gerçekliğesimgesel’e) bir uyum sağlamadan ziyade, kendine yeni bir dış dünya ve iç dünya yaratır. Psikotik kişinin kendi dünyasını şekillendirdiği bu yeni gerçekliği, toplumsal (simgesel) gerçeklikle uyuşmazlık gösterir. Tıpkı “yama” olarak ait olmadığı bir dokuya eklenen parça gibi. Enteresan olan ise psikiyatri dünyası da bu halüsinasyon ya da hezeyanları, Freud’un belirttiği bir onarım çabası olarak görmekten uzaklaştırarak, bunları toplumsal gerçeklik içinde değerlendirip psikotik bozukluğun yokedilmesi gereken birer semptomu olarak görmesidir. Lacan’a göre, halüsinasyonların yok edilmesi şöyle dursun, bunların bir psikozun ayırıcı tanısı olarak görülmesi bile söz konusu değildir. Çünkü her yapıda halüsinasyonlar belli bir şekilde bulunmaktadır. Bruce Fink, süpervizörü olduğu bir vakada bu ayrımı netleştirmeye çalışır: Eski eşini koridorda görmüş olabileceğini belirten hasta için terapisti dahil herkes bu durumu “halüsinasyon” olarak nitelemiştir. Ancak hasta gördüğü şeyin gerçekliğine asla inanmamış, sadece gördüğü görüntüye (imgeye) inanmıştır. Yani Fink’in deyimiyle “fantazi ile gerçeklik arasında bir ayrım yapabiliyordu” (Fink,2016:130). Hastanın neye inanmış olduğunun ayırdına varmak buradaki kilit noktadır. Bu sebeple Lacancı tanı kısa sürede, birkaç semptoma göre belirlenebilecek bir şey değildir.
Psikozu nevrozdan ayıran net bir nokta belirtmemiz gerekir ise bu, kesinliktir. Kesinlik, bir psikotiğin en temel özelliğidir. Lacan bunun nedeni olabilecek durumu şöyle ifade eder; “Nevrotiklerin kendilerine bir soru sorduklarından eminizdir. Psikotiklerde, bu o kadar da açık değildir. Belki de cevap sorudan önce onlara gelmiştir” (Lacan,1993:202). Lacan’ın kullandığı işte bu son cümle psikozun sistemini neyin etrafında kurduğunu bellirtir. Nevrotik bir özne şüphe içinde kendine sorular sorarken, hatta bulduğu cevaplardan da tatmin olmazken, psikotik sadece bilir. Örnek vermek gerekirse; sokakta arkasından gelen kişinin kendisini takip ettiğini düşünen bir nevrotik, birkaç dakika sonra “heralde bana öyle geldi” diyerek bu düşünceden vazgeçebilir. Ancak psikotik birinin zihninde “beni takip ediyorlar, amaçları beni öldürmek ya da kaçırmak” vb. düşünceler kesin bir şekilde belirir. Hatta bu düşüncelerin oluşması için somut olarak arkasında bir kişinin olmasıda gerekmez. Paranoya da bu tip hezeyanlar ön plandadır ki bunlara daha sonra detaylı bir şekilde değineceğiz.
Buraya kadar nevroz, sapkın ve psikoz yapılarının basit bir neden sonuç ilişkisinden ibaret olmadığını gördük. Her yapının kendi içinde belli bir öznelliği bulunmaktadır. Ancak bu ilişkiyi düzenleyen, özne yapısının belirginleşmesine yol açan unsurlar açıktır. Bunlar; baba işlevinin olup olmaması, annenin arzusu ve annenin fallusu olup olmamayı bilinçdışı bir tercih olarak seçen öznedir. Öznenin bu değişkenlere kendi öznelliği çerçevesinde verdiği cevaplara bağlı olarak kastrasyon karmaşası belli bir yönde kanalize olacaktır. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var. Gördüğümüz gibi nevrotik özne dışında buraya kadar Oedipus’a pek fazla değinmedik. Çünkü öznenin varoluşunu belirleyen esas faktör kastrasyondur. Lacan için kastrasyon, Oedipus gibi bir hikaye ya da mit değil, gerçeğin damgasını vuracak olan jouissance yarasının ta kendisidir. Özne ancak kastrasyon sonucunda Oedipus içinde hikayeleşebilir veya kastrasyonun dışında kalan bir psikotik olarak Oedipus hikayesine bile dahil olamayabilir. Peki ikame çocuklar bu hikayenin neresinde yer almaktadır? Ölü birinin izlerinden hayata adım atan bu çocukların “Che voui?” sorusuna cevap veren ya da vermeyen bir özne olarak nasıl bir yapının temeli atılmaktadır? Bunu anlamak için Lacan’ın doktora tezinde ele aldığı bir vakayı buraya taşıyalım.
İkame Bir Çocuk: Aimée Vakası ve Paranoya
10 nisan 1931 günü ünlü bir aktris olan Huguette Duflos, tiyatro oyunu kapısında hiç tanımadığı bir kadın tarafından saldırıya uğrar. Saldırıyı yapan “Marguerite Anzieu” adındaki genç kadın, etraftaki insanlar tarafından engellenip aktristen uzaklaştırılır. Daha sonra gözaltına alınan Marguerite’ye neden böyle bir şey yaptığı sorulduğunda, Duflos’un onunla alay ettiğini ve kendisini aşağıladığı şeklindeki hezeyanını dile getirmiştir. Bu sebeple bir nevi intikam almak istemiştir. Her ne kadar manşet cümlelerine benzer olarak bu olayı ele alsak da, gerçekten de o günün gazetelerinde bu şekilde yer almıştır. Duflos yalnızca elinden hafif yaralanmış, Marguerite ise önce 2 ay hapiste bir hücrede tutulmuş daha sonra ise Sainte-Anne Hastanesine gönderilmiştir. O sıralar Sainte-Anne’de psikiyatrist olan Lacan, bu genç kadınla işte bu zamanlarda karşılaşmıştır. Lacan o dönemde “kendi kendini cezalandırma paranoyası” ve “paranoyak psikozun kişilikle ilgili bağlantıları” adlı bir tez üzerinde çalışmaktadır. Bu sebeple Marguerite adlı bu kadının olayı dikkatini çekmiş ve onunla uzun soluklu bir tedavi sürecine girişmiştir.
Lacan’ın Aimée takma adını verdiği bu kadının saldırıya kadar uzanan öyküsü evliliği ile başlamıştır. Posta idaresinde çalışan Aimée burada tanıştığı Rene Anzieu ile evlenmiş ve bir süre sonra hamile kalmıştır. Psikotik emarelerin yavaş yavaş kendini göstermesi bu ilk hamilelikle beraber ortaya çıkar. Hamileliği sırasında yoldan geçen insanların kendisi hakkında konuştuğunu, gazetelerde yazılanlardan bile kendisine imalar olduğu düşüncesine kapılmaya başlamıştı. Etrafındaki insanlar ve imalar onda şaşkın yaratarak hezeyanın biçiminin netleşmesine yol açar: “insanlar neden böyle davranıyor? Çocuğumun ölümünü istiyorlar. Çocuğum hayatta kalamazsa, sorumlusu onlar olacak” (Lacan,1932/1987:214). Kısa bir süre sonra Aimée’nin bebeği, boynuna kordon dolanması sebebiyle ölü doğar. Korktuğu başına gelen Aimée, haberi duyup kendisini telefonla arayan iş yerindeki bir kadını bu ölümden sorumlu tutar. Bu aramayı garip bir durum olarak nitelendirir ve bir işaret olarak yorumlar. Bu olaydan önce Aimée’nin bu arkadaşına karşı tutumu tamamen farklıdır. Bu kadın iş yerinde diğer insanlara göre kendini yüksekte gören biridir ve bu durum Aimée’nin kadına ilgi duymasına yol açmıştır. Ancak bebeğini kaybeden Aimée için o artık bir zulmedicidir. Marguerite’in hayatındaki hem idealize edilen hem nefret edilen kişinin sadece bu kadın olmadığını ilerleyen satırlarda farkedeceğiz. Bu acı olaydan sonra Aimée ikinci kez hamile kalır ve “Didier” adını verdikleri bir erkek çocuk dünyaya getirir. Didier’in doğumuyla beraber annesi adeta etrafında pervane olur, onu herşeyden korumaya çalışarak vaktini geçirir. Bir zaman sonra Aimée’nin ablası olan Elise, kocasının ölmesi sebebiyle kardeşinin yanına taşınır ve onlarla yaşamaya başlar. Lacan’a göre Aimée için işlerin sarpa sarması bu taşınmayla beraber ortaya çıkar. Elise evin düzenine, otoritesine tamamen hakim olur. Rahmi alınması sebebiyle çocuğu olmayan Elise, adeta Didier’e annelik yapmaya başlar. Rene’nin tüm hizmetini yapan, Didier’in annesi rolüne geçen Elise, Aimée’nin evde bir nevi ikinci plana atılmasına yol açmıştır. Aimée için esas katlanılmaz olan ise ablasının çocuğunu elinden alarak ona annelik yapmasıdır. Bu Aimée de gizli bir nefretin doğmasına yol açar. Ancak ablasına karşı ne kadar nefret duysa da, bu nefreti dile getiremez. Çünkü daha çocukken ablası Aimée’nin bakımını yapan, onunla ilgilenen bir anne rolündedir, tıpkı Didier’e yaptığı gibi. Bu sebeple Elise’e aktarılamayan veya telaffuz edilemeyen nefret, Aimée’nin kendisine yönelik bir zulmediciye dönmesine yol açmıştır. Yaşadığı sıkıntılar sebebi ile ilk kez bu dönemde psikiyatri kliniğine giden Aimée herhangi bir iyileşme olmadan taburcu edilmiştir. İşe tekrar başladığı sıralar bu seferde zihninde farklı bir düşüncenin tohumu atılmaya başlar; oğlunun hayatı tehlike altındadır. Bu düşünce gitgide katlanılmaz bir hal almıştır onun için. Lacan’a bu durumu şu sözlerle ifade eder: “Ofiste bir gün her zamanki gibi oğlumun hayatına yönelik tehditlerin nereden geldiğini merak ederken, birisinin Duflos’tan bahsettiğini duydum ve işte o zaman bize zarar vermek isteyen kişinin o olduğunu biliyordum” (Lacan,1932/1987:215). Artık Duflos onun için ortadan kalkması gereken bir zulmedicidir. Şunu belirtmek gerekir ki Aimée için bu saldırı bir suç statüsünde değildir. Paranoyak özneler özellikle bir yasada neyin eksik olduğunu veya yapmaları gereken şeyin gerekli olduğunu bilirler. Bu sebeple yasa ve bu yasanın getireceği bir yaptırımın onlar üzerinde çeldirici bir etkisi söz konusu değildir. Paranoyada ortaya çıkan zulmedici, onlar için yasanın dayatıcağı en acımasız cezadan daha dayanılmazdır. Aimée bu nedenle Duflos’a saldırırken herhangi bir şüpheden uzak bir biçimde zulmedicisiyle yüzleşmişti. Ancak Lacan’a göre Aimée’nin hayatındaki tek zulmedici Duflos değildir. Belli bir süre Pierre Benoit adlı bir yazarla kendini meşgul eden Aimée, yazarın metinlerinde kendine yönelik imalar bulmuş hatta bu düşünceleri kendi yazılarını bu yazarın çaldığına kadar götürmüştü. Pierre Benoit ile Duflos’un işbirliği içinde olduğunu düşünen Aimée için artık zulmedicisiyle karşılaşma vakti gelmiştir ve tiyatro çıkışında ünlü aktriste bıçakla saldırmıştır. Lacan, Duflos’un hedef seçilmesinin altında yatan sebeplerden birinide ideal kadın imgesi ile ilgili olmasına bağlar. Duflos her yönden başarılı, güzel ve ünlü bir kadındır. Bu durum tam da Aimée’nin olmak istediği ancak olmadığı ideal imgesidir. İşte Lacan tezinin odak noktasına bu fikri yerleştirir: Aimée’nin saldırdığı kişi aslında kendisidir (ideal egosu). Aimée “kendi kendini cezalandırma paranoyasından” muzdarip bir psikotik öznedir. Bu sebeple Duflos’a saldırdıktan sonra hezeyanları ortadan kaybolmuştur çünkü Lacan’a göre artık kendisini cezalandırmıştır (2 ay hapse atılmıştır).
Tanı konusuna kısaca parantez açmak gerekirse, Lacan her ne kadar şizofreni ve melankoli durumlarına açıklık getirdiyse de hayatı boyunca psikoz kuramını paranoya’yı temel alarak geliştirmiştir. Aimée ile çalışırkende özellikle diğer tanıları göz ardı etmeden birer birer elekten geçirir. Aimée’nin semptomlarına bakacak olursak hipokondriyak ya da manik-depresif bir durumda ortaya çıkandan farklı bir durum söz konusudur. Hipokondri genelde şizofrenide ortaya çıkan bir semptomdur. “Onlar beni duyuyorlar ya da bedenimi ele geçirdiler” gibi daha çok bedene müdahil olan bir durum şizofrenide sıklıkla karşılaşılmaktadır. Bunun sebebi, ayna evresinden geçemeyen şizofreni hastalarının beden algılarının bir bütünlük kazanmadan hala parçalı bir halde kalmasıdır. Çocuk aynada (annenin yüzü vb.) kendi imgesini gördükten sonra beden algısı bütünlük hissi kazanır. Fakat şizofren bireylerde bu söz konusu değildir. Paranoya’da ise ego kendini bir şekilde Ötekinden ayırarak aralarına bir mesafe koyar. Bu paranoya’da her zaman bir Ötekinin suçlu olmasını ve kendisini bu suçtan muaf tutmasını sağlayan bir yansıtma mekanizmasıyla gerçekleşir (Leader,2016:98).
Aimée vakasına dönecek olursak, şu soru yolumuzu aydınlatıcaktır: Aimée’nin psikozunun temeli nereden kaynaklıydı? Bunun cevabını neredeyse hiç değinmediğimiz Marguerite’in çocukluğunda aramamız gereklidir. Marguerite daha doğmadan önce aile çocuk kaybı gibi büyük bir travma yaşamıştır. Ailenin 5 yaşında Marguerite adlı bir kızları daha vardı, fakat bir kaza sonucu bu kız hayatını kaybetmişti. Daha sonra anne bir kez daha hamile kalmış ama bu kezde çocukları ölü doğmuştur. Yani Aimée dünyaya gelmeden önce aile iki çocuk kaybı yaşamıştı. Aimée doğduktan sonra aile bu çocuğa, trajik bir biçimde ölen kızları Marguerite’in adını vermişlerdir. Aile adeta bu kızlarına daha bir özenle bakmış, çok zeki olduğunu ve ileride başarılı bir hayat süreceğine dair bir beklenti içinde olmuşlardı. Annesi özellikle Aimée’ye diğer çocuklardan farklı imtiyazlar sağlamış, ona aile içinde ayrıcalıklı bir yer tanımıştır. Buradan Aimée’nin ikame bir çocuk olduğu sonucuna varılabilir. Aimée’nin ölen kardeşinin yerini almaya karşı herhangi bir sözsel ya da bilinçli bir tepki verdiğine yönelik bir kanıt bulunmamaktadır. Ancak Lacan, tezinde pek fazla ilerletmeyeceği bir fikir ortaya koymuştur. “Aimée’nin psikozu, hayati bir çatışmaya ve belirli bir duygulanımsal travmaya tepki mi veriyordu?” (Lacan,1932/1987:219). Yani Aimée’de ortaya çıkan psikoz, ailesi tarafından ölen kardeşinin yerine koyulma talebine verilmiş bir cevap mıydı? Her ne kadar Lacan, Aimée’nin öyküsünde anne-kız arasındaki ilişkiyi ilerletmese de daha sonra Jean Allouch[6] gibi bazı psikanalistler bu konuyu ele almışlardır.
Anne-kız arasında dikkat çekilmesi gereken nokta, anneninde tıpkı kızı Aimée gibi paranoyak bir özne olduğu meselesidir. Allouch’un ortaya koyduğu fikir bunun üzerine kuruludur. Çünkü Aimée’nin hayatındaki olaylar nedense annesininde psikozunu tetikler bir hal almıştı. Aimée ilk çocuğunu ölü doğurduğunda ve daha sonra Duflos’a saldırması sonucu hastaneye yatırıldığında olmak üzere annenin psikozu iki kez kendini gösterir. Anneye göre bu olanların tüm suçlusu kötü niyetli komşularıdır. Paranoyadan muzdarip olan Aimée’nin annesi aynen bu spesifik dönemlerde olduğu gibi 5 yaşında ölen kızınında ölmesinin nedenini komşularına bağlamış ve sorumluluğu üzerine almamıştır. Sonuçta paranoyak öznelerde kendini suçsuz görme sık gözlenmektedir. Allouch’a göre ölen kızın üstlenilmeyen bu sorumluluğu kendini Aimée’nin hezeyanında ortaya koymuştur. Bu çerçevede hem ideal hem nefret nesnesi olan Duflos’a saldırının arka planında iki hedef vardı: Lacan’a göre Elise ve burada bahsettiğimiz gibi anne (Aimée’nin annesi). Bu saldırı ölen kardeşinin yerine geçmenin reddedilmesi sonucu, Aimée’nin trajik olayın sorumluluğunu annesine “itiraf ettirmek” için gerçekleştirdiği bir tepkiydi (Leader,2016:283-284).
Aimée’nin annesinin yaşadığı trajik olay, bir hezeyan biçiminde Aimée de ortaya çıkıyorsa, burada anneyle bir özdeşleşmeden bahsedilemez mi? Aimée, Didier’i ne kadar korumak istese de, çocuğu hasta olduğunda neden gerekli ilgiyi göstermiyordu ya da kaygılanmıyordu? Bildiğimiz üzere Aimée’nin aktrist Huguette Duflos’a saldırmasının amacı çocuğunu bu zulmediciden korumaktı. Eğer burada Aimée’nin anneyle bir özdeşleşimi söz konusuysa, o zaman koruduğu çocuk Didier değildi, kendisiydi. Dediğimiz gibi Duflos’a saldırı hem Elise karşı dile getirilemeyen bir nefret sonucu Elise’yi hedef almış, hem de anneye sorumluluğunu hatırlatıcı bir rol biçiminde anneyi hedef almıştı. Yalnız burada bir ihtimal daha vardır: o da ölen kardeşin yerini temsil eden bir Duflos’tur. Aslında bu ihtimal pek çok yanlışı ortadan kaldıran bir doğru niteliği taşımaktadır. Anneyle özdeşleşim sonucu anneyi cezalandırma, bir zulmedici olarak ölen kardeşi ortadan kaldırma (Duflos’a saldırı) ve çocuğu yani Aimée’nin kendisini korumasını sağlamak. Bu sadece bir ihtimaldir ancak düşünülmesi gereken bir noktadır. Aimée belkide bu senaryoyla geçmişteki bir hatayı düzeltmiş, annesinin kendisine yüklediği sorumluluğu o da çocuğuna yüklemek istememişti ve bu nedenle saldırıdan sonra hezeyanları yatışmıştı. Bu durumda, Lacan’ın “kendi kendini cezalandırma paranoyasına” kendi kendini koruyan bir ikame çocuğun paranoyası diyebiliriz.
Bu ihtimalin dışında esas dikkat çekmemiz gereken nokta ise paranoyanın temellendiği zemini belirlemektir. Aimée’nin paranoyasının sebebi olarak tabi ki daha önceden bahsettiğimiz anneçocuk ilişkisindeki dinamikleri dikkate almalıyız. Lacan 11. Seminerinde, çocuğun arzusunun doğması için annenin arzusunun bilinemez ya da meçhul bir durumda olmasının gerekliliğini belirtir. Anne ilgisinin başka bir yere yönelmesiyle beraber bu arzu bilinemez bir hal alır ve “öznenin arzusu bu eksiklik noktasında oluşur” (Lacan,2017:232). Ancak Aimée’nin paranoyasında bu durum farklı bir şekilde tezahür eder. Anne-çocuk ve annenin idealize nesnesi ya da ilgi nesnesinden oluşan bir üçgende özne için paranoyak bir düzen ortaya çıkmaktadır. Çocuk her zaman annenin istediği, idealize ettiği, ilgilendiği yerde olmak ya da bu yeri işgal etmek için çabalar. İmgesel olan bu ilişkide elbette ki baba yer almaz çünkü sadece anne ve çocuğun imgelerinin karşılaştığı bir düzlemden bahsedebiliriz burada. İkame bir çocuk olan Aimée için annesinin esas olarak ilgilendiği noktayı, ölen abla Marguerite doldurmaktadır. Bu şu anlama gelir: Aimée, ailenin yalnızca ölen kızlarının yerini dolduran bir nesneden ibarettir.
Ölmüş bir çocuğun yerine doğan Aimée simgeseldeki bir deliğin içine düşmüştür adeta. Paranoyak bir yapının temellendiği bu arkaik dönemde aslında onun için her zaman doldurmak istediği ancak ablası tarafından doldurulmuş bu nokta idealize edilmiş bir konumdur. Aimée’de ki paranoyanın oluşmasını engelleyecek olan şey annenin arzusudur. Fakat değindiğimiz üzere annede paranoyak bir öznedir ve tabi ki psikotik bir öznede eksik olmadığı için arzuda doğmaz. Burada annenin arzusu yoktur ama ilgilendiği bir nesne vardır yani yeni doğan kızı. Aimée için annenin arzusu bilinmez değildir, tam aksine annenin ilgisinin kanalize olduğu tek yer açıkça bellidir. Kaybedilmiş bir çocuğun tekrar dünyaya gelmesi annenin tüm ilgi noktasını Aimée’nin üzerinde toplamıştır. Bakışını veya ilgisini yeni doğan kızının üzerinden ayırmayan bir anne, çocuğunu işte bu şekilde simgeselde daha önce doldurulmuş bir noktaya yerleştirir. Paranoya’da yabancılaşma belli bir ölçüde gerçekleşmektedir ve Aimée’de bu yabancılaşmanın mevcut olması onun dil ile ilişkisinin belli bir düzeyde olduğunu göstermektedir. Bu minvalde Aimée için aslında gerçek ilgilenilen kişi olmadığını anlayabileceği bir pozisyon ortaya çıkmaktadır. Aimée, yabancılaşmanın bulunmadığı şizofreni gibi bir yapıya sahip olsaydı eğer Duflos’u zulmedici olarak görmek şöyle dursun, bu biçimde fikirlerin oluşacağı bir sistemi kurması dahi mümkün olmazdı.
Burada ölen kardeş idealize edilmiş olsun ya da olmasın, Aimée için gerçek’in (réel) ona çarpıtığı tek bir yoğun nokta vardı; o da bu kardeşin yerine doğmuş olmasıdır. Kaybedilen çocuğun tekrar kazanılması, annenin ve babanın yeni doğan üzerine daha çok düşülmesine neden olmuştur. Hatırlarsak, ailenin ondan beklentisi, başarılı biri olması için gösterdikleri çaba bunun bir göstergesidir. Özellikle anne ona ailede diğer kardeşlerinden ayrıcalıklı bir yer tanımıştı ki bu yer babanın bile karşı çıkamadığı bir konumdu. Aimée için ideal bir nokta vardır: başarılı biri olmak. Ancak bu şekilde paranoyanın temellenmesine yol açan annenin ilgi nesnesini doldurabilir biri olarak kendini ölen kardeşinden ayırabilir. Aimée’nin ideal egosu konumunda bulunan kadınların, hem idealize edilmesi hem nefret edilmesinin nedeni işte buydu.
Burada ideal ego kavramına bir tırnak açmamız gerekiyor. Freud’un kuramında olmayan bu kavramı Lacan ego idealinden net bir biçimde ayırmıştır. İdeal ego, temeli ayna evresine dayanan benimsediğimiz, özdeşleştiğimiz imgedir. Bu “birincil narsisistik özdeşleşmedir” (Lacan,2017:271). Ego ideali ise simgesel düzlemde bize verilen yerdir. Çünkü örneğin, bir erkek çocuğunun amacı ilk kez özdeşleştiği babasıyla aynı olmak değil, sadece simgesele dahil olmakla beraber bu düzende güç sahibi olmaktır. Paranoya’da bu baba eksik olduğu için öznenin hayatı, imgesel ikililikler üzerine kurulu bir hal alır. Aimée’nin ideal egosunun imgesinde gördüğü kadınlara (zulmedicilere) saldırısı bu sebeple ortaya çıkar. İkili bir ilişkide ya o/ya o gibi bir durum söz konusu olduğu için saldırganlık imgeselin olmazsa olmazıdır. Sonuçta Ünlü Narkissos mitinde echo’nun aşkına karşılık vermeyen Narkissos, suda gördüğü kendi imgesine aşık olmuş ve kendi imgesinde yok olmuştu. Belki de echo’nun Narkissos’a kendini farkettirebilmesi için ona seslenmesi yerine sudaki yansımasına bakmalıydı.
Aimée’nin ise sudaki aksına baktığı zaman gördüğü imge kendisine ait değildi, ölen kardeşin görüntüsüydü. Bu imge kendini her zaman ideal kadınların başarılarında ortaya koyuyordu. Bu kişiler; Duflos, kendisini telefonla arayan iş arkadaşı ve ablası Elise. Zamanında idealize edilmiş ancak sonra zulmediciye dönen bu kadınların Aimée’nin hayatında her zaman varolmasının temeli ölen kardeşe dayanmaktaydı. Hatırlarsak, Aimée için ideal nokta başarılı biri olmaktı. Okul yıllarının başlarında başarılı bir öğrenci olsa da bu çok uzun sürmemişti. Aimée her ne kadar yazılar, romanlar yazsa da beklediği ve kendisinden beklenildiği başarıya ulaşamamıştır. Ölü kardeşin gölgesinde bir hayat süren Aimée, ikame bir çocuk olmanın ağırlığı altından maalesef kalkamamıştı.
Psikoz’un açığa çıkması yönünden bakacak olursak, Marguerite Anzieu’nun iki hamileliğinde bu durumun kendini göstermesi anlamlıdır. Çünkü hamilelik bir kadının simgeseldeki konumunu değiştiren bir rol oynar. Bebeğin doğması demek çok klasik bir anlamda kadının anne olması demektir. Bu nedenle çocuk bir nevi erkeği ve kadını adlandırandır, o olmadan aile sadece karı-koca ya da erkek-kadın’dan ibarettir. Aimée’nin bu adlandırmayı kaldırabilecek bir dayanak noktasının (baba-nın Adı) olmaması nedeniyle bu durum onu simgeseldeki delikle yüz yüze getirmiş ve psikozunu tetiklemiştir. Bununla benzer olarak gördüğümüz en iyi örnek Freud’un ele aldığı Schreber vakasıdır[7]. Burada tamamına yer veremeyeceğimiz paranoya vakasında, Freud ve daha sonra Lacan tarafından, Schreber’in psikozunun tetiklendiği yerler açıkça belirtilmiştir. Kendisi yargıç olan Schreber, Dresden Mahkemesine başkan olarak atanmasıyla beraber gelen sorumluluğun ağırlığını otobiyografisinde özellikle vurgulamıştır (Freud,1911/2015:51). Bu atama, onun kurduğu dengeyi bozan bir rol oynayarak psikozunun açığa çıkmasına ve semptomlarının artmasına neden olmuştu. Schreber, paranoyak bir öznenin simgeseldeki delikle nasıl mücadele edildiğini gösteren ilk örnek olması sebebiyle önemlidir. Zulüm düşünceleri, duyduğu seslerde artış ve daha pek çok dayanılmaz durum onun hezeyanının şekillenmesini zorunlu kılmıştır. Artık Tanrıyla iletişimi olan kişi olarak diğer insanlardan ayrıcalıklı, özel bir konumda bulunduğunu düşünmekteydi. Ona belli bir ustalık veren bu anlayışa göre bundan sonra, dünyada yeni bir ırkın yaratılmasına vesile olacak Tanrı’nın yegane “kadın”ı olacaktır. Schreber vakasının bizim için taşıdığı bir başka önemde, paranoyada sık karşılaşılan işte bu megalomani (büyüklenmecilik) durumudur. Bir sistemin ya da toplumun öncüsü, lideri olma düşünceleri paranoyak kişinin ego’yu merkeze alarak kurduğu narsizm’in bir yanılsamasıdır aslında. Zulüm düşünceleri altında ezilen paranoyak bir özne, simgeselde yıkılan dünyasını kendi imgeselinde ya da narsizm’inde sanrılarıyla tekrar inşa eder. Bu durum onu kendi dünyasının efendisi konumuna yükseltir ki işte bu megalomani’nin çekirdeğidir. Artık etrafındaki olaylar veya kişiler, sadece onun mantığındaki rolleri dolduran birer işaretten ibarettir. Bunu daha iyi anlamak açısından Fransız psikanalist Charles Melman’ın verdiği bir örneğe başvuralım. Trende yolculuk eden bir kişi etrafındaki insanların kendisinin hiç bilmediği bir dili konuştuklarına ve hatta gülüştüklerine tanıklık ederse, kendini bu sistemin dışında hissedebilir. İşte paranoyak özne dışlandığı bu sistemde kendini anlamlamanın (signification) bulunduğu yer olan Öteki’nin konumuna yerleştirir. Daha önce “psikoz bilir” dediğimiz kesinlik paranoyada bu Öteki’nin konumuna yerleşmekten gelir. Artık küçük ötekiler ile işi yoktur ve kendisinin hakkında konuşulduğunu düşünecek bir sistemin orijinindedir. Melman, paranoyadaki büyüklenmeciliğin ortaya çıkmasını ötekilerle olan bu ilişkisiye dayandırır. Sistemin dışındaki paranoya, ötekiler gibi kastre edilmiş ya da eksik bir özne değildir, yani kurduğu sistemin istisnai olan konumundadır (Melman,1994:139-140).
Schreber, tanrının kadını olarak kendi dünyasında bu istisnayı elde etmiştir. Ancak kurduğu dünyasının başına yıkılması için tek bir şey yeterlidir. O da bu dünyada bir başka Schreber olması durumudur. Eğer Schreber’in hayatında Aimée de olduğu gibi kendisine benzer biri ya da birileri ortaya çıksaydı, kıskançlıkla beraber gelişen agresyonun oluşması işten bile değildi. Ama tabi ki de paranoya dahil her yapı, kendi öznelliğini çerçevesinde gelişmektedir.
Aimée vakası, psikanalizin psikoz kliniğinde söz sahibi olmasını sağlayan Lacan için olduğu kadar pek çok farklı dallarıda derinden etkilemiştir. Gerek edebiyat gerek sanat dünyası için bu vaka ele alınabilecek pek çok özellik yansıtmaktaydı. Lacan’ın yazdığı bu tezle ilgilenenler arasında ünlü İspanyol ressam Salvador Dali de bulunmaktaydı. Dalinin tezde ilgisini çeken nokta paranoyanın yapısıdır. Lacan, egonun düzeninin paranoyak bir düzen olduğunu belirtmiş ve ego’yu paranoyak bilgiye dayandırmıştır (Lacan,2004:4). Bu tezde ortaya konan fikirlerin Daliyi yakından ilgilendirmesinin bir nedeni vardı. Çünkü buna benzer kuramsal bir yöntemi Dalinin kendisi de resimlerinde uygulamaktaydı. “Paranoyak-eleştirel yöntem” adını verdiği bu kuram nesnelerin sıradanlıktan uzaklaştırılarak gizli içeriklerinin ortaya çıkarılmasına dayanıyordu. Sürrealizm resimlerinde sık görülen nesnelerin çarpıtılarak tuval’e dökülmesinin temeli budur. Lacan’ın paranoyası ile benzerlik taşıması ikilinin birbirlerine kuramsal olarak danışmalarıyla başlıcak bir arkadaşlığı ortaya çıkarmıştı. Dali, Lacan’la ilk kez tanışmasına otobiyografisinde özellikle yer vermiştir. Bir gün telefonla Daliyi arayan Lacan, onunla buluşmak istemiş ve buluştuklarında da ikili paranoya hakkında uzun saatler fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Sohbetin ilerleyen saatlerinde Dalinin dikkatini bir şey çekmiştir. Kafasını kaldırdığı esnada Lacan’ın yüzünde garip ve meraklı bir gülümsemeyle beraber kendisini çok titiz bir biçimde izlediğini farketmiştir (Dali,1942:18).
Bizim için kuramsal benzerlikten daha önemlisi Dalinin özyaşam öyküsüdür. Bunun nedeni ise bilinen en ünlü ikame çocuk olmasından kaynaklıdır. Acaba Aimée de ortaya çıkan ikame çocuk psikolojisinin yarattığı özne durumu, Dalinin hayatında nasıl bir yol izlemişti? Çılgın bir yaşam sürmesinden dolayı deli-dahi olarak adlandırılan bu ressam, lakabının ne kadarını öznesinde taşıyordu? Burada bize düşen görev, Lacan’ın Dali’ye yönelttiği sır dolu bakışları daha ileriye taşıyarak, ikame bir çocuk olan Dalinin hayatındaki kırıntıları anekdotlarla ele almaktır.
Salvador Dali (Deli-Dahi)
11 Mayıs 1904’te, İspanya’nın Figueres kentinde katalan bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Salvador, doğar doğmaz ailesinin ve akrabalarının sevgilisi olmuştur. Annesi başta olmak üzere üstüne çok fazla düşülen ve şımartılan bir çocuk olarak ayrıcalıklı yeri aslında daha doğmadan hazırdır. Aşırı ilginin kaynaklandığı yere baktığımızda ailenin, Dali doğmadan 1 yıl önce kaybettikleri bir başka Salvador adında çocuklarının olduğunu görürüz. Ağabeyi ile aynı adı alan Salvador Dali, ailesi için ölen çocuklarının tekrar hayat bulduğu bir Salvadordu. Ölen çocuklarını onda gören aile için Salvador bir reenkarnasyon sonucunda tekrar vücut bulmuştu. Dali’de belli bir zaman boyunca bu düşünceye inanmıştır. Küçük bir çocuğun üzerine yüklenen bu arzu, Dali’nin tüm yaşamında derin bir iz bırakmıştı.
“ağabeyim yedi yaşındayken menenjitten öldü. Ölümü babamı ve annemi umutsuzluğun derin karanlığına soktu; sadece ben dünyaya geldiğimde teselli buldular. Ağabeyimle ben iki su damlası kadar birbirimize benziyorduk, ama yansımalarımız farklıydı. Benim gibi o da bir dahinin kusursuz yüz morfolojisine sahipti (…) Ben, diğer taraftan, daha az zekiydim (…) Ağabeyim muhtemelen benim ilk versiyonumdu, ancak çok fazla kusursuz tasarlanmıştı” (Dali,1942:2).
Peki hayatı boyunca kendisini mükemmel bir kişi olarak tanımlayan Dali, kardeşi söz konusu olduğunda neden kendini değersizleştirip onu yüceltiyordu? Dikkat edersek Dalinin hayatında da Aimée de işlediğimiz tipte bir paranoyanın temellendiği fenomenler gözükmektedir. Dali çocukluğunda ne kadar sevilip şımartılsa da, aslında sevilen kişinin kendisi değil ideal kardeşi olduğunun farkındadır. Çocukluğu, ailesinin ölen abiye yönelmiş olan bu arzusunun altında geçmişti. Ailesi için varolan yeni bir kimlik ya da özne yoktur ortada, o ölen Salvadordu ve bunu bilinçli bir şekilde ona karşı açıkça ifade ediyorlardı. Dünyaya gelen yeni Salvador için ölmüş birinin kimliğiyle hayat sürme demek, yaşayan bir ölüyle aynı anlamdadır. Dalinin çocukluğundaki anılara baktığımız zaman ölü birinin kimliğine karşı yoğun bir tepki verme ile karşılaşılmaktadır. Bazen yatağını ıslatıyor, bazen ise hasta numarası yaparak dikkat çekmeye çalışıyordu. Dali kendisini ölen kardeşin imgesinden ayırmak ve farklı biri olduğunu belirtmek için her yola başvuruyordu. Onun bu tepkilerine tercüman olursak adeta şunu demek istiyordu: “bana bakın! ben farklı bir Salvador’um, ölen o çocuğunuz değilim”. Dalinin hayatında kendisine en yoğun sevgi gösteren kişi annesidir. Anne arzusunun tehlikesinden daha önce bahsetmiştik. Bu arzu bir kafes gibi çocuk Daliyi çevreler ve onun üzerine yönelir. Anne arzusunun biricik nesnesi olan Dali, bu nesnenin kendisi olmadığını farkettiğinde artık amacı bellidir. Annesi için ideal olan noktayı doldurabilir bir kişi olmak ve tabii idealize edilen kardeşi bu konumdan alaşağı etmektir. Dikkat çekme çabaları bu mücadelenin ilk örneklerindendir. Bu çabalardan birine yer vermek gerekirse; yemek masasındaki anısı gösterilebilir:
“aç değildim ve ailemin dehşete düşmesi için çok hasta göründüm. Annem sorgular biçimde bana baktı: ‘Neden aç değilsin? Sevgilim ne istiyor?’ ” (Dali,1942:73).
Dali kendisine ilgi gösterilmesine rağmen, onun esas istediği şey ilginin gerçek muhatabı veya sahibi olmaktı. Ruhsal olarak kendisi için ağır geçen bu dönemlerde resime yönelir ve ilk resmini yapar. Hasta çocuk adını verdiği bu resimde ailesi, Dalinin kendisini resmettiğini zannetse de aslında abisini resmeder. Böylelikle çabaları meyve veren Dali, ilk kez kendisini ölmüş olan ağabeyinden belli bir ölçüde ayırabilmiştir.
Görsel 1: Salvador Dali, Hasta Çocuk, 57,5 cm x 51,4 cm., 1921, Salvador Dali Müzesi, St. Petersburg. Dalinin büyük bir ressam olması yolunda attığı bu ilk adım onun ideal konuma hangi alanda ulaşacağını belirlemiştir. Fakat bu noktaya ulaşmadan çok önce Dali, annesinin erken kaybı ile yıkılmıştır. Otobiyografisinde deneyimlediği bu acıyı şu sözlerle ifade etmiştir:
“…bu hayatımda yaşadığım en büyük darbeydi. Ona tapardım; onun imgesi bana eşsiz görünürdü (…) Annemin ölümü kaderin bir hakareti gibi çarptı bana (…) Gözüm yaşlı dişlerimi sıktım, bir gün annemi şanlı adımın etrafında vahşice parlayacak olan ışığın kudreti ile ölümden ve kaderden kapıp kaçıracağıma yemin ettim” (Dali,1942:152-153).
İdeal imge, gerek annesiyle olan ilişkisinde gerek ölü kardeşin izlerinde Salvador’un hayatını saran bir hal almıştır. Burada aklımıza gelen soru ise açıktır. Dali eğer Aimée gibi paranoyak bir özneyse, o zaman neden herhangi görünür bir semptom sergilememişti veya psikiyatrik bir hastane geçmişi neden hiç olmamıştı? Bunun cevabı pek çok psikanalistin farklı şekilde dile getirdiği bir kavram olan; olağan psikoz, beyaz psikoz veya suskun psikoz olarak tanımlanan tetiklenmemiş bir psikoz durumudur. Psikozun temeli bahsettiğimiz gibi Oedipus öncesindeki “anne-çocuk-baba-(fallus)” durumuna bağlı gelişmektedir. Ancak bir kişinin psikotik olması demek onun ağır semptomlarla beliren bir yaşam sürmesi anlamına gelmez. Kişi belli bir imgesel denge yaratarak simgeseldeki delikle yüzleşmeden bir ömür sürebilir. Bu sebeple
Lacan’da çocuk psikozu ve yetişkin psikozu gibi bir ayrım bulunmamaktadır çünkü psikozun yetişkinlikte ortaya çıkması onun orada temellendiği anlamına gelmez. Lacan III. seminerinde, psikotik kişinin tetiklenmeden hayatına devam edebilmesini sağlayan imgesel bir özdeşleşme mekanizmadan bahseder. Helene Deutsch’a ait olan “mış gibi” kavramını bu özdeşleşmenin çekirdeğine yerleştiren Lacan, psikotik kişilerin simgeseldeki delikle yüzleşmeden de sadece ikili bir ilişki kurarak, hayatlarındaki “gerçek”ten (réel) uzak durabildikleri “imgesel bir ödünleme” yolu keşfetmiştir (Lacan,1993:193). Bu özdeşleşme tipi nevrotik bir öznenin yapacağı özdeşleşmeden tamamıyla ayrıdır.
Ne ile > özdeşleşme > Nevrotik Özne
Kim ile > özdeşleşme > Psikotik Özne
Her ikiside nevrotik bir öznenin yapacağı özdeşleşme gibi dursada buradaki “ne ile”den kasıt bir kişinin belli başlı yönleriyle özdeşleşmeyi belirtmektedir. Nevrotik herhangi bir kişiyle özdeşleşir tabi ki de ancak “kim ile” olduğundan ziyade özdeşleşilen o kişinin hangi özelliği ile özdeşleştiğidir. Psikotikteki özdeşleşme türü ise o kişinin bütünü, tamamı ile ilgilidir. Tıpkı ayna evresindeki çocuğun gördüğü imge ile özdeşleşmesi gibi. Bu sebeple psikoz yapılarında başkalarını taklit etme ve “mış gibi” olunduğu bütünsel özdeşleşmeler sıklıkla görülmektedir. Bir üçüncünün olamayacağı bu imgesel özdeşleşme, eksik olan baba gösterenini görmezden gelmenin bir yoludur. Çünkü buradaki ilişki ikili bir sistem üzerine inşa edilmiştir. Dali, annesi öldüğünde ne kadar sarsılsa da onunla kurduğu ilişkide böyle bir özdeşleşme yoktu. Kendisi için problemin olduğu tek bir yer vardı, o da ölü kardeş idealiydi. Dali resimle beraber kendi öznesinde belli bir denge yakalasa da, ilerleyen zamanlarda hayatımın Gradivası dediği “Gala” ile tanışır. Daha önceleri kardeşini yücelten Dali, bu kez hayatının merkezine bu yüce kadını oturtturur. Gala ile olan ilişkisi ona kardeşinden bahsetmeyeceği bir mükemmel yaşam sunar. Kardeşine sadece sırlarını deşifre ettiği otobiyografilerinde değinecektir. Kendisini Galanın öğrencisi olarak tanımlayan Dali, giyinmekten yemek yemeye kadar herşeyi ondan öğrenmiş ve “klasizmimin öncüsü, denge meleğim” diye nitelendirdiği bir idol yaratmıştı (Dali,1942:317). Ölü kardeşten, yaşayan Gala’ya yönelen imgesel bir tutunmaydı bu. Salvador Dalinin yazılarının pek çoğunda Gala ile olan bu ilişkiyi sağlamlaştırmaya dönük bir tutum vardır. Annenin gerçek ideali olamayan ikame çocuk Dali, kendisini bu ideale layık görebilecek bir başka anne bulmuştur adeta. Gala da onunla çocuğu gibi ilgilenmekteydi.
“ ‘Canımın içi, ne istersin? Canın ne çeker?’ Annem, şefkatle bana eğildiğinde hep böyle söylerdi. Gala’ya patlayıcı narı için teşekkür etmek üzere bunu ona tekrarladım” (Dali,2017:180).
İkisinin ilişkisinde bazen Dali bazen de Gala ilgi nesnesi konumunda oluyordu ama sonuçta bu ilgi ikisinden başkasına yönelmiyordu. Burada yoğun bir imgesel özdeşleşme gözlemlenmekte.
Daha önce değindiğimiz gibi imgesel ilişki, saldırganlığın çekirdeğidir. Ancak burada Dali de gördüğümüz şey imgesel bir denge bulma mekanizmasıdır. İmgesel ilişkiler yıkıldığında psikotik kişi kendini sabitliyecek başka bir özdeşime başvuracaktır. Ancak burada saldırganlık bu özdeşimi bozacak veya tehdit edebilecek bir üçüncüye yönelebilir. Dalinin hayatındaki imgesel ilişkinin yoğunluğunu 29 yaşındayken yaşadığı bir anısına başvurarak örnekleyelim.
Arkadaş grubuyla beraber çayırlarda oturdukları sıradan bir gündür. İçlerinden bir kız Dali’ye ayaklarının çok güzel olduğunu söyler ve ellerini Dalinin ayaklarına götürerek okşamak ister. Dali ise bu duruma aşırı sinirlenerek: “Birdenbire Gala olmuş gibi, kendime karşı garip bir kıskançlık hissiyle zihnim karardı ve yukarı zıpladım. Hayranımı iterek, tüm gücümle onu yere serip, ayağımın altına aldım” diye yazmıştır (Dali,1942:17). Dalinin elinden kızı zor alan arkadaşları onu güçlükle sakinleştirebilmişlerdir. Ayakları okşamak gibi bir eylemin bu kadar agresyona sebep olmasının tek nedeni vardı. Dalinin bu eylemi Gala ile olan imgesel ilişkisine ve dengesine yönelik bir tehdit olarak yorumlaması. Kızın basit bir amacı, Dalinin paranoyak öznesinden ağır bir cevap almıştı. İşte imgesel saldırganlık tam da budur. Dali dengesinin merkezi olan kadın ile ilişkisini korumak için bu saldırganlığı göze almalıydı. Gala ile ilişkisinde de yoğun bir çaba gösteriyordu.
“Gala’yı ışıldaması için parlatıyor, onu mümkün olduğu kadar mutlu ediyordum, çünkü onsuz her şey sona ererdi” (Dali,2017:39).
Gerçekten de Dalinin dediği gibi olmuştur. 78 yaşında olan Dali, Galasının ölüm haberini aldığında kendini öldürmek istemiş ve neredeyse ölene kadar (85 yaşına kadar) hiç resim yapmamıştır.
Psikotik bir yapının ipuçları, bazen analizde analistin ona yönlendirdiği cinsel yaşamla ilgili sorularla ortaya çıkabilmektedir. Gerek aşk hayatları gerek cinselliğe yaklaşımları olsun, bunlar bir nevrotiğin deneyimlediğinden farklı olacaktır. Psikotik yapılar kastrasyonun dışında kalan özneler olarak cinsel bir kimlikten azadedirler. Cinsel konum (kadın, erkek), Oedipus sürecinde ortaya çıkan, bir kimliğin bedene kazınma sürecidir. Bu bir açıdan adem ve havva mitine de benzer. Şöyle ki; adem ile havva Tanrının cennetinden kovulmadan önce eksiksizliği deneyimleyen kişiler olarak jouissance’ın içindedirler adeta. Ne zaman ki bu cennetten kovulup dünyaya gönderilirler, işte o anda birbirlerinin cinsel organlarından utanırlar. Çünkü dünyanın simgeselliğinde tanımlayabilecekleri cinsel kimlikleri ortaya çıkmıştır. Lacan 11. Seminerinde cinselliğin “öznenin alanındaki eksiklikle” kurulduğunu belirtmesi boşuna değildir (Lacan,2017:217). İşte psikotik bir öznenin dünyasında cinsel kimliğin değeri, cennetteki adem ve havva için olduğu kadardır, daha fazlası değil. Dalinin hayatını ele alan insanların dikkatini en çok bu nokta çekmiştir. Çünkü Salvador Dali hayatı boyunca cinsel ilişkiden kaçmış ve bunu hiçbir zaman deneyimlememiş biriydi. Kendi cümleleriyle bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Hayatım boyunca hiçbir zaman ‘sevişmedim’, ve bu eylemi kendim için korkunç derecede şiddetli ve fiziksel gücümle orantısız olarak temsil ettim – ‘Bana göre değildi’” (Dali,1942:242).
İnsanların dikkatini çekmiş olmasının nedeni, bu durumu simgesel ya da toplumsal düzen içinde değerlendirmiş olmalarıdır. Schreber de gördüğümüz durumda bununla benzerlik taşımaktadır. Schreber kendisini Tanrının kadını ilan ettiğinde vücudununda kadına dönüştüğü fikrini edinmişti. Her ne kadar Freud, Schreber’in paranoyasının kaynaklandığı yeri eşcinsellikte görsede, Lacan bu fikre katılmaz. Lacan’a göre pek çok kişi için “paranoyak psikozda belirleyici faktör varsayılan eşcinsellik, aslında psikotik süreçte dile getirilen bir semptomdur” (Lacan,2004:180). Lacan daha sonraları paranoyada sıklıkla görülen cinsiyet değişimi gibi bir durumu “Kadına itilme” olgusuyla beraber açıklamıştır. Dali’ye dönersek, onun için cinsellik sadece otoerotik bir eylem olan mastürbasyondan ibaretti. Gala ile ilişkisinde bu konuda anlaşmışlardır, ikiside birbirlerinin cinsel yaşam sınırlarına müdahale etmiyeceklerdi. Dalinin cinsellikten uzak durmasının bir açıdan da onu koruyan bir yanı düşünülebilir. Çünkü cinsel eylem pek çok psikotik hastanın anlamlandırabileceği bir şeyden uzaktır ve Dali cinselliği kendisinden uzak tutarak psikotik bir tetiklenmeden de korunmuş olabilir. Cinsellikten uzak ancak aşkın yoğun olduğu bir hayat sürmüştür. İmgesel, saldıranlığın olduğu kadar aşkında mevcut olduğu bir düzendir. Dali ve Gala kenetlenmiş bir aşkla birbirlerine bağlıdır. Dali bir gün gülme krizine girdiği esnada Gala ona bakmış “Benim küçük oğlum! Asla birbirimizi terk etmeyeceğiz” diyerek onu sakinleştirebilmiş ve Dali bu olayı “Benim Gradivam olmak kaderinde vardı” diyerek yorumlamıştır (Dali,1942:233).
Aralarındaki imgesel açıdan yoğun olan aşk, nevroz da olduğu gibi arzu engeline takılmaz. Nevroz da aşık olunan nesnenin arzulanabilir kalması için her daim bir üçüncü kişinin oyuna dahil olması gerekir. Dali kendi hayatında böyle bir kişiyi hiçbir zaman yer açmamıştır.
Dalinin imgesel özdeşleşmesinin bu yoğunluğunu, bir başka açı olan “bakış” üzerinden ele alalım. Nevroz ve psikoz arasındaki temel farklardan biri de dürtü nesnesidir. Nevrotik öznede parçalı bir halde bulunan dürtüler, kısmi nesne olarak erojen bölgelerde konumlanır. Bilinçdışının bu bölgelerle her zaman bağlantısının olduğunun altını çizen Lacan, Freud’un ortaya attığı oral ve anal dürtülere, skopik ve ses dürtüsünü de eklemiştir. Ses ve bakış, Ötekinin arzusu ile bağlantılı olarak nevrotik bir öznenin hayatında yer edinir. Ancak Lacan, ses ve bakışın imgeselleştirilebilme ya da simgeselleşmeye karşı direncinin olduğunu belirterek, bunların “gerçek” (rée) düzleme ait birer “nesne a” formu olduğunu söylemiştir (Fink,1995:92). Bu cümleyi örnekle somutlaştırmak gerekirse, sosyal medyada bir kişinin fotoğrafını paylaşması gösterilebilir. Kişinin fotoğrafı, bir Öteki tarafından görülme veya tanınma arzusunun en belirgin kanıtıdır. Buradaki Ötekinin herhangi somut bir bakışı yoktur, ama özne biri tarafından görüldüğünü düşünür. Ses’e örnek verecek olursak en basitinden, kişinin suç işledikten sonraki kendi vicdanı tarafından yargılanması gösterilebilir. Çünkü buradaki ses süperegonun sesidir ve nereden geldiği somut olarak tanımlanamaz. Nevroz da yakalanamayan veya tanımlanayan bu iki dürtü nesnesi, psikoz da çok somut bir biçimde bulunur. Örneğin, zulmedici bir bakış ya da ses’in sıklıkla ortaya çıktığı paranoya yapılarında, bakış ve sesin nereden geldiği kesin olarak bellidir. Onlar için bu iki nesnenin görülebilir ya da duyulabilir olmasının nedeni, kastrasyonun namevcudiyeti sonucu hayatlarından “nesne a”yı dışlayamamalarından kaynalanmaktadır. Dolayısıyla Ötekinin bakışı, psikotikler için zulmedici ve müdahil olan bir bakıştır.
Lacan 11. Seminerinde Merleau-Ponty’den yola çıkarak, bakışın perde işleviyle beraber nevrotik özne için görülebilir alandan dışlandığını vurgulamıştır. Lacan’ın perdeden kastı pek çok seminerinde olduğu gibi aslında fantazidir (Lacan,2017:115-116). Kastrasyonla beraber nevrotik öznede ortaya çıkan fantazi perdesi, öznenin her zaman bu perdenin arkasında varsaydığı Ötekinin arzusuyla ilgilenmesine neden olur. Ancak tabloda görüldüğü gibi psikozun Öteki ile arasında bir perde yoktur, o Ötekinin bakışının tek muhatabıdır. Peki Dalinin paranoyası bu bakıştan nasıl kurtulmuştur? Cevap tabii ki de buraya kadar anlattığımız Galayla olan imgesel özdeşleşiminde yatmaktadır.
“İlk olarak, küçük harfli öteki, imgesel bir ötekidir, benzerimizin şekline bağımlı olmamızı sağlayan aynadaki ötekiliktir. Daha sonra, Mutlak Öteki; bu benzerin ötesinde hitap edilendir” (Lacan,1993:252). Dali, hayatının kadını olan Gala ile özdeşleşmesi sonucu Ötekiyle arasında geçici bir perde oluşur. Simgeseldeki deliği görmesini engelleyen bir özdeşleşme olarak, Gala onun küçük ötekisi konumunda yer alır. Paranoyak öznelerde bu küçük öteki tek bir kişiyi ifade etmektedir. Fantazi perdesinin Dali için çizgi çizgi olmasının nedeni ise, paranoyak bir özne olarak onun için bu perdenin ontolojik olmamasından kaynaklıdır. Değindiğimiz üzere Gala öldüğünde özdeşleşimi yıkılmış ve Öteki ile arasındaki bu perde kalkmıştır. Hatırlarsak bunun sonucunda intihara yönelmişti. Gala, onun hayatında koruyucu bir kalkan görevi görmüş ve Dali onunla olan bu ilişkisinde kendisinin “gitgide bir kale görünümüne” dönüştüğünü belirtmiştir (Dali,1942:317). Özdeşleşme onun öznesini sabitlesede, özdeşleşmenin tehlikeye girdiği anlarda psikotik dürtüsellik kendisini saldırganlıkla gösteriyor ve nevrotik bir öznede bastırmayla işler hale gelen suçluluktan azade biri olarak Dalinin öfkesi ortaya çıkıyordu. Hatta bir keresinde bir avukata saldırdığı için hakkında dava açılmasına rağmen, hapse girmeyi değilde Gala’dan nasıl ayrı kalacağını düşünmüştür.
Salvador Dali, gerek resim yapma olsun, gerek Gala ile ilgilenme olsun hiçbir zaman mücadeleyi bırakmamıştır. Çocukluğunda gösterdiği kendi kimliğini oluşturma çabalarıda buna örnek sayılabilir. Bu duruma neden olabilecek bir ihtimalin üzerinde durmamız gerekmektedir. “Salvador” adı ona kardeşinden miras kalmış bir elbise misali üzerine aldığı bir kılıftır. Bu isim mücadeleci kişiliğini yansıtan bir nokta olabilecek konumda bulunur, çünkü “Salvador” İspanyolca da kurtarıcı anlamına gelmektedir. Adlar, üzerilerinde taşıdıkları arzu bakımından önem taşımaktadır. Bir çocuğa verilen ad, ailesinin arzusunun en güzel yansıtıldığı gösterendir. İkame çocuklarda genellikle ölen kardeşle aynı adın verilmesi yaygın görülmektedir. Bu da ailenin o çocukları için dileğini gösteren en güçlü kanıt niteliği taşır. Daha önce değindiğimiz Aimée vakasında da kardeşinin adı olan “Marguerite” isminin Aimée’ye aynen aktarıldığını görmüştük. Adın işlevi daha çok, çocuğu simgeselde kaydedilen bir noktanın belirlenmesiyle alakalıdır. Zamanla bu ad çocuğun öznesine bağlanarak artık “çözülemez” bir gösteren halini alır (Fink,1995:53). İkame çocuklarda aynı adın verildiği simgesel kayıt noktasında ise bulunan sadece bir deliktir. Bu durum o çocuğun yaşayan bir ölünün yerini tutmaya yönelik üzerine giydirilen bir arzu olarak, aslında onu bu arzu için feda etmek anlamı taşımaktadır. Ölen çocuk ile aynı adı vermenin daha özne oluşmadan pek bir anlamı yoktur açıkçası. Çünkü bebek için daha söz dünyası kurulmamıştır. Ne zamanki onun için sesten söze geçiş olur, işte o zaman adı bir gösteren olarak ona yapışır. Salvador Dali ise, isminin hakkını verir derecesinde mücadele ederek kendisini düştüğü simgeselin çukurundan “kurtarmak” için uğraşmıştır.
“…her zaman kurtarıcıya ulaştım… Salvador, Salvador, Salvador! Kendi adımı yorulmadan tekrar edebilirdim… Bir fedakarlığın kaçınılmaz olduğunu biliyordum ve tiksinti veren bir korkaklıkla karanlıkta etrafıma bakardım. Sadece bir şey için kesinlikle emindim: feda edilen biri olmayacaktım!” (Dali,1942:89).
Dali pasif bir konumdan ziyade aktif bir konumu seçmiştir. Kurtarıcı rolü bu sebeple Dalinin pek çok çatışmanın içine sürüklenmesine yol açmıştı. İdeal konuma ulaşmanın verdiği çabayla gelen büyüklenmeci bir pozisyondan hayatı boyunca vazgeçmemiştir. Okul hayatında arkadaşlarına karşı zengin çocuk, evde dindar olan babasına karşı tanrıtanımaz biri, sürrealistler arasında otomatizm yaklaşımına karşı kendi kuramını savunan bir ressam, kişilik olarak Nietzsche’ye karşı kendi üstünlüğünü açıkça dile getiren biri olarak pek çok alanda tek olma ve çatışmadan kaçınmama durumu söz konusuydu. Megaloman bir zirvede yer alan Dali için kendisinden üstün sadece iki insan bulunmaktaydı: aşılamaz zeka olan ölmüş ağabeyi ve üstinsan Gala. İlginçtir ki Dalinin önemsediği başka insanlar olsada, onlarda her zaman bir eksiklik noktası bulabiliyordu. Örneğin Nietzsche’nin güç istenci kavramını hayatında pek çok kez kullanmıştır. Ancak kişilik olarak Nietzsche’yi zayıf biri olarak tanımlar ve kendisini onunla kıyaslamaktan da çekinmiyordu:
“Bir deliyle aramdaki tek fark benim deli olmamamdır (…) Bıyık konusunda bile Nietzsche’yi geride bırakacaktım!” (Dali,2017:25).
Fakat gerçek şu ki Dalinin psikozu kardeşini geride bırakamıyordu ve deliliğinin esas merkezinde bu durum bulunmaktaydı. Bununla bağlantılı olarak Dalinin otel odasında yaşadığı bir anıyı ele alalım:
Dali tek başına kaldığı otel odasında, bir an dikkatini çekmesi üzerine tavanda iki üç tane hamamböceği farkeder ve yastıkla onlara vurmaya çalışır. Ancak bir süre sonra yorgunluktan başı dönmüş ve yatağının üzerine düşmüştür. Uyandığında tavana baktığı zaman sadece bir tane hamamböceği olduğunu görür. Üzerine düşmüş olabileceği ihtimaline karşılık vücudunu kontrol eder ve sırtında bir şey olduğunu farkeder. Hamamböceğinin sırtında olduğunu farkeden Dali, ne kadar uğraşsa da onu üzerinden atamaz. En sonunda böceğin kene olduğunu düşünüp eline bir jilet alarak kesmeye başlar. Odadaki her yer kan olmuştur adeta. Dali korkup, titreyerek oda hizmetlisi gelene kadar zili çalar. Onu gören görevliler hemen doktor çağırırlar. Ancak doktor gelmeden önce Dali için her şey netlik kazanır. Sırtında böcek olarak algıladığı şey daha önce defalarca gördüğü doğum lekesidir (Dali,1942:214-215).
Dalinin ölen kardeşi kendisini bir kez daha hatırlatmıştı. İlginç olan şey ise o gün Galanın da yanında olmamasıydı. Dalinin “simgeselde reddettiği” kardeşi bir halüsinasyon olarak “gerçekte (réel) geri dönmüştü” (Lacan,1993:13). Dali, adeta doğumuyla beraber bedeni üzerine kazınan kardeşini bu izle beraber keserek hayatından çıkarmak istemişti. Bu anı bizim için psikozu kanıtlayıcı bir nitelik taşımaktadır. Lacan, halüsinasyonun nedenini “Psikozun Olası Tüm Tedavilerine Dair Giriş Niteliğinde Sorular” adlı metninde açık bir biçimde ortaya koymuştur:
“Babanın Adı’nın çağrıldığı noktada, Ötekinin konumunda yalnız bir delik yanıt verebilir. Metaforik düzeydeki eksiklik nedeniyle, bu delik fallik anlamın karşılığına gelen bir deliğe yol açacaktır” (Lacan,2004:191).
Ve bu delikte Dali’ye halüsinasyon olarak kendini göstermiştir. Benzer bir anı, Freud’un en bilinen vakalarından biri olan Sergei Pankejeff’te ya da tanınan adıyla “Kurt Adam” da bulunmaktaydı. Freud, her ne kadar bu vakayı saplantı nevrozu etrafında incelese de Lacan aynı fikirde değildir. Lacan, Pankejeff’in psikoz olduğunu düşünmüş ve bu minvalde yaşamındaki fenomenleri ele almıştır. Kurt Adam’ın anısına bakacak olursak;
“Beş yaşımdayken bahçede dadımın yakınında oynuyor ve cep çakımla düşlerime de girmiş olan ceviz ağaçlarından birinin kabuğunu oyuyordum. Ansızın betimlenemez bir şiddetle elimin (sağ mı sol mu?) küçük parmağını sadece derisiyle elime tutunabilecek şekilde kesmiş olduğum dikkatimi çekti. Hiç ağrı duyumsamadım, ancak büyük bir korku duydum. Sadece birkaç adım uzaktaki dadıma hiçbir şey söylemeye cesaret edemedim, ama en yakın iskemleye yığıldım ve orada parmağıma yeniden bakamadan oturdum. Sonunda sakinleştim, parmağıma bir göz attım ve tümüyle sağlam olduğunu gördüm” (Freud,1918/1996:278).
Bu anıyı Lacan çok açık bir biçimde kastrasyonun dışındaki bir öznenin halüsinasyonu olarak ele almıştır. Çünkü babanın adı men edilmiştir ve Sergei’in yaşadığı gibi gerçekte geri dönmüştür (Lacan,1993:13). Dali ise ölmüş bir kardeşin yerine doğarak kastrasyon dışında kalmış gibidir. Dali ile Kurt adamın yaşadığı halüsinasyon içerik açısından birbirine benzemektedir. Ancak psikozlarının ortaya çıkış nedenleri tabii ki farklıdır.
Dali kendisini bu olaydan sonra dengeleyebilse de ölü kardeşin gölgesini yaşamının satır altlarında her zaman hissetmiştir. Ölüm ile yaşam arasındaki ince bir çizgide yer alan Dali, ikame bir çocuk olmanın acısından ve arafdalıktan kurtulmanın yolunu büyük harfli bir Dalide görüyordu. Yani ideal bir DALİ…
Bunu ona sağlayacak olan şey ise ressamlığıydı. Dali “paranoyak-eleştirel yöntem” adını verdiği yolla nesnelerin algılanma biçimini bozarak tuvaline yansıtıyordu. Ancak bununla da kalmayan Dali aynı zamanda bu yöntemi tüm yaşamına uyguladığını pek çok kez belirtmiştir. Absürt kıyafetler, enteresan bir bıyık, arkadaşları ve çevresiyle kurduğu anlaşılmaz diyaloglar… Aslında Dali kendi deliliğini silah haline getirmiş bir dahiydi. Paranoyak bir yapıya sahip ve paranoyak bir yöntem kullanan Salvador, bilinçdışının yoğun bir şekilde ele geçirdiği bir yaşam sürmekteydi. İlginçtir ki bunu ona karşı belirten ilk kişi Sigmund Freud olmuştur. Dali hayatı boyunca psikanalize ilgi duyan ve Freud’un pek çok kitabını okuyan biridir. İki dahinin buluştuğu gün Dali için pek umduğu gibi geçmemiştir. Konunun resim üzerine gelmesiyle beraber Freud, Dalinin tablolarına yönelik “klasik tablolarda bilinçdışını ararım … sürrealist bir tabloda ise bilinci” yorumunda bulunmuş ve daha sonra Dali bu yorumu “sürrealizmin ölüm bildirisi” olarak görmüştür (Dali,1942:397). Freud yalnızca tablolardaki bilinçdışının yoğunluğunu vurgulamış ve bilince fazla taşındığını belirtmiştir. Daha önce psikotik öznenin bilinçdışının açık bir şekilde olduğunu belirtmiştik ve Freud’da farkında olmadan Dali’ye bunu aktarmıştı. Dalinin bilinçdışı bir rüyadaymışçasına bilince hakim olarak tablolarının oluşmasına olanak sağlıyordu adeta. Bu tek bir etken değildir elbette. Tablo yorumlamak bir rüya yorumlamak kadar riskli bir durumdur ancak psikotik bir özneden bahsediyorsak bunun öznenin hayatına dair kırıntıları görmekte fayda sağlayabilme ihtimali yüksektir. Dalinin en meşhur tablolarından biri olan “Belleğin Azmi” pek çok sanatçının yorumda bulunduğu bir resimdir. Bizim açımızdan şuan için yalnızca psikanalitik bir değer taşımaktadır.
Dali “gizli yaşamım” adını verdiği otobiyografisine çok ilginç bir alt başlık ekler: rahim-içi anılar. Pek çok insanın aksine kendisinin anne karnındaki halini hatırladığını ifade eden Dali, anne içinin “cennet” olduğunu ve çocuk doğduktan sonra bu cenneti kaybettiğini belirtmiştir.
Rahim-içi anılar başlığı altında anne rahminde yaşadıklarını dile getirmiş ve orayı detaylı bir biçimde betimlemiştir:
“…rahim içi cennet, cehennemin rengiydi, şöyle ki, kırmızı, turuncu, sarı ve mavimsi, ateşin, alevlerin rengi; herşeyden önce yumuşak, hareketsiz, sıcak, simetrik, yapışkanlıydı. Zaten o zamanda benim için tüm zevk, tüm sihir gözlerimdeydi” (Dali,1942:27).
Psikanalist Otto Rank’tan esinlense de Dali için kaybedilmiş bu cennete dönmenin tek bir yolu var: ölmek. Ölmek, annenin huzur dolu dünyasına tekrar yol almak anlamına geliyordu. Dali herhangi birinde rastlayamayacağımız böyle bir bölümü şu cümlelerle sonlandırır:
“Mekanik nesne benim en büyük düşmanım olacaktı ve saatlere gelince yumuşak olmalı ya da hiç olmamalıydı!” (Dali,1942:32).
Görsel 2: Salvador Dali, Belleğin Azmi, 24 cm x 33 cm, 1931, Modern Sanatlar Müzesi, New York.
Dikkat edersek belleğin azmi tablosunda burada yer verdiğimiz unsurların pek çoğu yer almaktadır; erimiş saat, ayrıntılı olarak belirtilen renkler ve tablonun yansıttığı atmosfer. Tablonun ortasında yerde uzanan kişi pek çok düşünür için Dalinin kendisidir. Burada zaman unsuru bir açıdan öne çıkmaktadır. Zaman arzuyla ilişkili şekillenen bir kavramdır ki psikoz da arzu olmadığı için dürtüsellik ve zamansal bir donukluk, bu kişilerin hayatlarında sıklıkla karşılaşılmaktadır. Belleğin azmi rahim-içinin bir tasviri gibidir ya da oraya tekrar dönmenin tasviri. Çünkü eriyen saatler zamanın anlamını yitirdiği bir yer olan ölümü tanımlamaktadır. Dali hem yazılarında hem de çoğu tablosunda ölümü temsil olarak ele aldığı karıncalar ve sinekleri yansıtmıştır. Tabloya dikkatli bakıldığında yerde uzanan kişinin gözlerinin tıpkı bir ölü gibi kapalı olduğu gözükmektedir. Dali annesinin arzusunun biricik nesnesi olduğu ve kaybettiği cennete yönelik dileğini bu tabloda dile getirmişti adeta. Tablonun adında da “bellek” kelimesinin olması şaşırtıcı değildir sonuçta anılarından oluşturduğu bir tablodur bu.
Paranoyak bir öznenin hayatında gösterenler birer işarete dönüşür. Gösterenler pek çok anlama gönderme yaparken, işaretin ise tek bir anlamı vardır yani sabittir. Bu işaretler ile kendi nedenini oluşturan paranoyak kişilerin, her gösterenin tek muhatabı olması ve onun için tek bir anlam taşıması bu durumun bir sonucudur. Dalinin tablolarına açılan ilham bu işaretlerin bir göstergesidir. Örneğin; Freud ile buluşmak için Viyana’ya giden Dali, restoranda yemek yerken birden gazetede Freud’un resmini görmüştür. Gördüğü zaman ise “tam o anda çığlığı bastım. Freud’un kafatası bir salyangoz! Beyni spiral şeklinde, bir iğneyle çıkarılması gerekiyor!” tepkisiyle beraber, Freud’un 1 yıl sonra portresini yapmıştır (Dali,1942:23). Kendisini anlamlamanın merkezine koyan bir paranoyak için böylelikle hayatının içine kesinlik dahil olmuştu.
Arafta Kalan İkame Öznelerin Hayaletleri ve Yas Süreci
Hayat ile ölümü güçlü betimlemeleriyle eserlerinde ele alan öykü yazarı Edgar Allan Poe, “Diri Diri Gömülme” adını verdiği öyküsünde öldüğü zannedilip gömülen pek çok vakayı işlemiştir. Bunların biri; atın üstünden düşüp kafasını yere çarpan bir topçu subayının hikayesidir. Tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayıp öldüğüne karar verilen bu subay acele bir şekilde defnedilmiştir. Ancak kısa bir süre sonra mezarın üstündeki taşa oturan bir adam, toprağın hareket ettiğini ve toprağın altından çırpınma ile beraber seslerin geldiğini farketmiştir. Kalabalık mezarın etrafına toplanmış ve gömülen subayın aslında ölmediğini görmüşler. Diri diri gömülen subay daha sonra yaşadığı ıstırabı ailesine anlatmıştır (Poe,2009:161).
İkame çocuklarda tıpkı Poe’nun anlattığı gibi diri diri gömülmüş öznelerdir. Hayat ile ölüm arasında kalan bu çocuklar, annelerinin arzusunu tıpkı üzerlerine atılan toprağın ağırlığı gibi hissederler. Özellikle simgesel düzende bu toprağın (arzunun) yükü öznenin üzerindeki baskıyı gitgide arttırmaktadır. Dali gibi paranoyak özneler bu mezardan çıkmak ve ölü kardeşin imgesinden kurtulmak için adeta toprağın altında çırpınırlar. Aimée de bu çabayı göstermişti ancak mezardan elini çıkarsa da elini tutan olmamıştır. Hatırlarsak Aimée pek çok yazı ve birkaç roman yazmış olmasına rağmen istediği ideal başarıya ulaşamamıştı. Ancak Dali büyük bir ressam olarak sesini duyurmuş ve kendi narsizminin merkezde olduğu yere (mezara) insanları çekebilmiştir. Bu sayede ölü kardeşinden kendisini bir nebzede olsa ayırabilmiştir.
Görsel 3: Salvador Dali, Ölmüş Kardeşin Portresi, 69 cm x 69 cm, 1963, Salvador Dali Müzesi, St. Petersburg.
İlerleyen yıllarda yaptığı bu tabloda Dali, dikkat edersek abisinin kafasının tam üzerine ölümü temsil eden kuzgunu yerleştirmeyi ihmal etmemiştir. Hayat ile ölümü paylaşamayan iki kardeşten bir iz taşıyan portre. Salvador Dali otobiyografisinde bu başarısını “En erken çocukluğumdan beri ümitsizce ‘zirvede’ olmaya çabaladım. Oraya ulaştım ve şimdi ordayım, ölene kadar da orada kalacağım” cümleleriyle açıkça ilan etmiştir (Dali,1942:72). Her ne kadar kendisini ölü kardeşinden ayırsa bile öznesine, varlığına kazınmış bir izdir ve bu her zaman kendisini hatırlatmıştır.
Peki Aimée ve Dali de gördüğümüz bu ideal kardeşler neden geri dönerler? Buna benzer bir soruyu Lacan bir seminerinde “ölüler neden geri dönerler?” diye sormuş ve şöyle cevaplamıştır; “usulünce gömülmedikleri için” (aktaran Zizek,2013:40). Defnetmenin simgesel açıdan bir anlamı olup, ölen kişilerin ait oldukları yeri belirleyici bir rolü bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında kişi ölse bile simgeselde belli bir yeri doldurmaktadır. Sonuçta mezartaşı üzerine yazılan isim de o kişinin artık oraya ait olduğu belirten bir işarettir. Lacan, dünyanın sistemine dahil olduğumuz simgesel sistemi oluşturan yegane kavramı, insanlığın kelimelerinde görmüştür. İnsanın “şeylerin bilgisine dair kelimeleri” vardır der (Lacan,1993:177). Böylelikle ölüm gibi gerçek’in düzlemine ait bir kavramı mezar taşlarına yazılar yazarak olabildiğince simgeselleştirmeye gayret gösteririz. Bu eylemin hizmet ettiği amaç ise ölülerin daima orada kalmalarını sağlayarak yaşayanlara bir hayalet gibi musallat olmalarını engellemektir. Çünkü Lacan’ın dediği gibi simgesele uygun gömülmediklerinde geri dönebilirler. İkame çocuklarda bu geri dönüşü buraya kadar iki kişi üzerinden ele aldık. Aimée ve Dali, ölü kardeşlerinin onlara musallat olmalarından yaşamları boyunca muzdarip olmuştu. Paranoyak bir özne olarak simgeselleştirmedikleri bu kardeşler onların gerçeğinde kendisini göstermiştir. Her ne kadar Aimée de bu daha yoğun olsa da Dalinin hayatında da doğum lekesinde ve başka yerlerde kendisini göstermiştir. Hatta bir gün Dalinin babası, oğlunun yazdığı otobiyografi olan “gizli yaşamım” kitabında Dalinin yaptığı bir hatayı ona söylemiştir. Dali 48 yaşında olmasına rağmen bu kitapta yaşını 49 olarak yazmıştı (Dali,2017:115). Ölü kardeşten 1 yıl sonra doğan Dali adeta kardeşinin hayatını devam ettiriyordu. Paranoyak özne olarak Aimée ve Dali, simgesel olan bu borcu üzerlerine almamışlardır ancak borç, hezeyan veya halüsinasyon olarak gerçekte kendini onlara göstermişti. Ölülerin geri dönmesi bu iki kişinin psikotik olmasından kaynaklıdır. Peki burada ölüleri simgesel olarak uygun gömmeyen kişiler kimlerdir?
Pek çok kez üzerinde durduğumuz gibi çocuk kendi bilinçdışı tercihinden sorumlu olsa da anne ve baba ile girdiği ilişki de onun özne yapısını belirleyici rol oynamaktadır. İkame çocuklarda bunun önemi daha bir elzemdir. Çünkü burada söz konusu olan bir ölü ve hemen ardından doğan bir çocuktur. Dolayısıyla ele almamız gereken bir noktada anne ve babanın, yas sürecine verdikleri tepkidir. Yas bir kayıptan sonra gerçekleşmesi beklenen doğal bir süreçtir. Ancak bazı durumlarda kişinin yası patolojik bir hal alabilir ve ölmüş olan kişiden ayrılmaya karşı güçlü çıkışlar gerçekleşebilmektedir. Özellikle bu türden patolojik yaslar çocuklarını yeni kaybeden annelerde yoğun bir biçimde gözlemlenebilir. Freud normal yas sürecinde kişinin belli bir zaman sonra kaybedilen nesneden libidosunun çekilerek, egonun yeniden özgür kaldığını belirtmiştir (Freud,1925/2013:244-245). Ancak çocuklarını kaybeden annelerde görülen patolojik yasta, egonun libidosu kaybedilen nesneye saplantılı bir biçimde bağlı kalabilir. Bunun temeline bakacak olursak; nevrotik bir annenin Oedipus içindeki öyküsüne göz atmamız gerekecektir:
Kız çocukları, Oedipus öncesinde değindiğimiz gibi bir erkekten farksız olarak cinsel kimlikleri henüz oluşmamış bir durumda fallusa sahip olduklarını düşünürler. Freud’a göre kız çocuğu için bu fallus, bir erkeği (kardeşi) çıplak görene kadar mevcuttur. Fallusu olmadığını anlayan kız, annesini bu durumdan suçlu tutarak erkek çocuğunu kıskanır ve babaya yönelir. Babadan da almayı beklediği fallus isteği reddedilince, bu fallus alma isteği yerine babanın fallusu olmak arzusu geçer. Anneyle özdeşleşilir ve en nihayetinde babanın da içselleştirilmesi sonucu kız çocuğu böylelikle kadın olma yoluna girmiş olacaktır. Artık arzusu sevdiği başka bir adamın fallusu olmak ya da onun çocuğunu doğurarak kendisine bir fallus bulmaktır (Nasio,2012:69).
Çocuk doğduğunda annesinin yegane fallusu olmak isteyerek ondaki eksikliğin nesnesi olarak kendisini sunar. Freud, annelerinde çocuklarının bu isteğine çoğunlukla karşılık verdiğini belirtmiştir. “Narsizm üzerine” makalesinde, kadınların “eksiksiz nesne sevgisine giden yol” olarak, doğurdukları çocukların onlara “kendi narsizmlerinden hareketle tam bir nesne sevgisi” sunabileceklerini söylemiştir (Freud,1914/2015:36). Lacan içinse nevrotik bir kadının eksiğini doldurmasının hiçbir telafi nesnesi yoktur, çünkü bu eksik ontolojik bir kayıptır. Tekrar yas konusuna dönecek olursak, bir annenin çocuğunu kaybetmesi durumunda bu yasın patolojik bir hal alması şaşırtıcı olmayacaktır. Aslında anne bir kız çocuğu olarak kaybettiği fallusu bir kez daha kaybetmiştir. İkinci kez fallusunun yasını tutması sebebiyle bu durum onun için gerçekten travmatik bir hal alır. Ölen çocuktan kısa bir süre sonra yeniden hamile kalmanın sık görülmesi, işte bu yas’a bir çözüm aramanın sonucudur. Gerçekte ikame çocuk anne için bir ikame fallus konumundadır. Çünkü anneyi patolojik bir yastan kurtararak onların boşalan dünyalarını tekrar dolduran birer telafi nesneleridir. Freud, ego libidosunun kaybedilen nesneden bağını koparmasının “çok ağır ve yavaş” gerçekleştiğini belirtmiştir (Freud,1925/2013:256). Ancak bahsettiğimiz annelerde yas kendiliğinden bir süreç içinde çözülmemiş, sadece ölen nesnesini tekrar kazanmıştır. İkame çocukların, annelerinin gözünde farklı birer özne olması durumu bu sebeple zordur. Hatta ikame çocukların yaşamlarında şu gibi cümlelere sıklıkla rastlanmaktadır; “annemin bakışlarında kendimi göremiyordum, bana bakarken hala ölen kişiye bakıyorlardı”. Anne, bu nesnesinin tekrar kaybedilme korkusuyla birlikte çocuklarının etrafına adeta bir ağ örer. Bu ağ annenin arzusu olarak çocuğunda psikotik bir zemine yol açacak kadar tehlikelidir. Aimée ve Dalinin annelerinde, bu çocuklara ayrıcalıklı yer verme ve de üzerlerine aşırı düşülmenin temeli bu fallusla yaşadıkları derin hikayeye bağlıdır. Bahsettiğimiz gibi ölen çocuklarla aynı adın verilmesi bu arzusunun sürdürülmesinin kanıtıdır.
Burada bahsettiğimiz nevrotik bir anne için geçerlidir. Ancak Aimée’nin annesi paranoyak bir özne olarak bu Oedipusun dışında kalmaktadır. Paranoyak ya da melankolik yapıda bir anne olsada, onlar içinde çocukları anlamlandıramadıkları bir “nesne a” olarak hayatlarında yer edinebilir. Bu sebeple doğurdukları çocuklarına yapışarak onları yanlarından ayırmak istemezler. Şunu belirtmek gerekir ki, kadın ve anne birbirinden farklı iki kavramdır. Kadın bir erkeğin fallusu olmak istesede, anne olduğunda çocukla birbirlerinin yoğun ilişkisi içinde hem çocuğunun fallusu olur hem de fallusa sahip olur. Annelerin çocuklarına yönelmeleri “baba” göstereninin dışarıda kalmasına neden olur ve bu nedenle psikotik bir yapı kendini gösterir. Çocuk için Oedipus süreci, annenin arzusunda “babanın adı” göstereninin ortaya çıkmasıyla başlayacaktır. İkame çocuklarda anneye değindikten sonra şimdi de babanın duruma kısaca bir bakalım. Değindiğimiz iki ikame çocuğunda psikoz olması demek, babanın dışarda kaldığı ya da Lacancı tabirle men edildiği anlamına gelmektedir. Bunu sebebi olabilecek bir ihtimal üzerinde durmak gerekiyor. Annenin çocuğu kapsaması, çocukta psikotik bir zemin ortaya çıkarabilse de babayı burada pasif bir rol olarak görmemek gerekir. Baba yasanın taşıyıcısı olarak annenin çocuğu kapsama arzusuna ket vuracak güçte olup aslında hem anneyi hem çocuğu kastre eder. Ancak ikame çocuklarda gördüğümüz üzere yas süreci sadece anne için geçerli değil, aynı zamanda baba içinde zordur. Bu sebeple kaybedilen çocukların tekrar bulunması babalarıda bu çocuklara düşkün birer anneye dönüştürebilmektedir. Annenin ilgisini kendi üzerlerine çekmektense annesel arzunun destekçisi bir konumda olurlar. Aimée ve Dali de sert bir baba bulunması bu gerçeği değiştirmez. Sonuçta Schreber’in babasıda otorite sahibi ve Almanya da tanınmış bir babaydı.
Baba tehdidinin de ortadan kalkması sonucu ikame çocukların önlerindeki tek engel olarak, annelerinin ilgi nesnesi olan kardeşleri kalır. Çocuk için dil evreni oluşmadığında simgeselde ki deliği henüz farkedemez ve annesinin ilgisi ya da bakışının biricik nesnesi olarak kalır. Bu yabancılaşmayı sağlasa da paranoyak bir öznenin ortaya çıkmasına engel olamaz. Oedipus mitinde, Sfenksin Oedipusa sorduğu soru ve ona verdiği cevap yolunu şekillendirmiştir. Ancak bahsettiğimiz ikame çocuklarda bu soru ortaya çıkmaz çünkü onlar anneleri için ne olduklarını bilirler. Ötekinin bilinmeyen arzusu sonucu ortaya çıkan “Che voui? – benden arzuladığın ne?” sorunsalı bu çocuklarda mevcut değildir. Değil sorunun sorulması onlara bunu yöneltecek bir Sfenkste yoktur ortada. Anneleri onlar için yeterli ve paylaşılmayacak kadar değerlidir.
Sonuç olarak şunu belirtmemiz gerekir ki; buradaki amaç her ikame çocuğun psikotik bir yapıda olduğunu kanıtlamaktan ziyade, bu özne adaylarının Lacancı klinikten bakıldığında psikotik bir zeminin görülme sıklığını vurgulamaktı. Farkındalığımız ise; gözlerini dünyaya yeni açan bir öznenin yüreceği yolun, daha önceden yürünmüş olmaması üzerinde kuruludur. Klinik açıdan bazen basit bir ad bile katedilen bu yolun en belirgin tabelası olabilmektedir.
[1] Gösteren, belli bir akustiği olan imge veya jest’e, gösterilen ise kavram ya da anlama (signification) karşılık gelir. Lacan, gösteren ile gösterilen arasında bir bariyer olduğunu söyler ve gösterenin gösterilene oranla daha önemli olduğunu ön plana çıkarır. Çünkü söylemek istenilen şey ile kelimelerin ifade ettiği şey arasında bir uyumsuzluk vardır.
[2] Türkçede tam olarak karşılığının olmaması sebebiyle bu kavram orjinal haliyle kullanılmıştır. Lacan bu kavramı, öznenin belli bir acıyla beraber aldığı keyif olarak tanımlamaktadır.
[3] Buradaki dil basit anlamda iletişimi sağlayan dil değildir. İnsana özgü ve simgesel düzenin temeli olan şeydir.
[4]Rüyaların Yorumu, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri.
[5] Detaylı bir inceleme için bkz. Luis Izcovich (2018) Sapkınlıkta Aşk, Arzu ve Jouissance, Çeviren: Oğuzhan Nacak, Axis Yayınları.
[6] Detaylı bir inceleme için bkz. Jean Allouch (1994), Marguerite ou l’Aimée de Lacan, Paris: EPEL.
[7] Freud, Schreber ile hiçbir zaman tanışmamış yalnızca otobiyografisini ele almıştır.
KAYNAKÇA
-Dali Salvador, The Secret Life of Salvador Dali, Çev.: Haakon M. Chevalier, Dover Publications, New York 2013. (Özgün eser 1942 tarihlidir). -Dali Salvador, Bir Dahinin Güncesi, Çev.: Semih Aközlü, İmge Yayınları, Ankara 2017. (Özgün eser 1964 tarihlidir).
-Fink Bruce, The Lacanian Subject: Between Language and Jouissance, Princeton University Press, New Jersey 1995.
-Fink Bruce, Lacancı Psikanalize Bir Giriş, Çev.: Özgür Öğütcen, Encore Yayınları, İstanbul 2016.
-Freud Sigmund, Olgu Öyküleri II içinde, “Bir Çocukluk Dönemi Nevrozu Öyküsü (Kurt Adam)”, Çev.: Ayhan Eğrilmez, Payel Yayınları, İstanbul 1996. Syf Aralığı: (195-296). (Özgün eser 1918 tarihlidir).
-Freud Sigmund, Metapsikoloji içinde, “Yas ve Melankoli”, Çevirenler: Ayşen Teksen ve Emre Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul 2013. Syf Aralığı: (237-259). (Özgün eser 1925 tarihlidir).
-Freud Sigmund, Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, Çevirenler: Banu Büyükkal ve Saffet Murat Tura, Metis Yayınları, İstanbul 2015. (Özgün eserler 1914/1911 tarihlidir).
-Freud Sigmund, Psikopatoloji Üzerine içinde, “Nevroz ve Psikoz”, Çev.: Selçuk Budak, Öteki Yayınları, İstanbul 2016. Syf Aralığı: (225-232). (Özgün eser 1926 tarihlidir).
-Korulsan Ceren, “Baba İşlevi Hakkında Notlar”, Encore Yayınları, Suret Sayı: 8, İstanbul 2016. Syf Aralığı: (47-70).
-Lacan Jacques, The Clinical Roots of The Schizophrenia Concept: Translations of Seminal
European Contributions on Schizophrenia içinde, “The Case of Aimée, or Self-Punitive Paranoia, Eds. John Cutting & Michael Stephard, Cambridge University Press, New York
- Syf Aralığı: (213-226). (Özgün eser 1932 tarihlidir).
-Lacan Jacques, The Seminar of Jacques Lacan, Book III: The Psychoses 1955-1956, Çev.: Russell Grigg, W. W. Norton & Company, London and New York 1993. (Özgün eser 1957 tarihlidir).
-Lacan Jacques, Ecrits: A Selection içinde “The Mirror Stage as Formative of the I Function, as Revealed in Psychoanalytic Experience”, Çev.: Bruce Fink, W. W. Norton & Company, London and New York 2004. Syf Aralığı: (3-9). (Özgün eser 1949 tarihlidir).
-Lacan Jacques, Ecrist: A Selection içinde “On a Question Prior to Any Possible Treatment of Psychosis”, Çev.: Bruce Fink, W. W. Norton & Company, Londan and New York 2004. Syf Aralığı: (169-214). (Özgün eser 1957 tarihlidir).
-Lacan Jacques, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Çev.: Nilüfer Erdem, Metis Yayınları, İstanbul 2017. (Özgün eser 1964 tarihlidir).
-Leader Darian, Delilik Nedir?, Çev.: Barış Engin Aksoy, Encore Yayınları, İstanbul 2016.
-Melman Charles, Paranoia: Summer 1994: http://www.lacaninireland.com/web/wpcontent/uploads/2010/06/Paranoia–Charles–Melman.pdf. Erişim Tarihi: 03.11.2019
-Nasio J. D., Oedipus: Psikanalizin En Önemli Kavramı, Çev.: Canan Coşkan, Say Yayınları, İstanbul 2012.
-Poe Edgar Allan, Bütün Öyküleri I içinde, “Diri Diri Gömülme”, Çev.: Hasan Fehmi Nemli, Dost Yayınları, Ankara 2009.
-Volkan Vamık, Kardeşi Anla(t)mak içinde, “İkame Çocukların Psikolojisi ve Atatürk’ün Yaratıcılığının Temelindeki Güdülenme”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2014. Syf Aralığı: (37-52).
-Zizek Slavoj, Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş, Çev.: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul 2013.
Görsel Kaynaklar Görsel 1. Salvador Dali, Hasta Çocuk, 57,5 cm x 51,4 cm, 1921, St. Petersburg:
https://www.salvador–dali.org/en/artwork/catalogue–raisonne–paintings/obra/127/the–sickchild–self–portrait–in–cadaques. Erişim Tarihi: 31.10.2019
Görsel 2. Salvador Dali, Belleğin Azmi, 24 cm x 33 cm, 1931, Modern Sanatlar Müzesi, New York: https://canvastar.wordpress.com/2012/12/24/salvador–dali–anilarin–direnci/. Erişim Tarihi: 01.11.2019
Görsel 3. Salvador Dali, Ölmüş Kardeşin Portresi, 69 cm x 69 cm, 1963, St. Petersburg: http://www.ressamlar.gen.tr/salvador–dali/olmus–kardesin–portresi/. Erişim Tarihi: 31.10.2019