Çeviri

Pandemi üzerine bazı düşünceler – Darian Leader

Bu yazı 19.08.2020 tarihinde ilk kez European Journal of Psychoanalysis‘te “Some thoughts on the pandemic” başlığı ile yayınlanmıştır. Yazının sahibi Darian Leader’a ve derginin yayın kuruluna bize bu yazıyı Türkçeye çevirme iznini verdikleri için teşekkürü borç biliriz.

Darian Leader – “Some thoughts on the pandemic”: http://www.journal-psychoanalysis.eu/some-thoughts-on-the-pandemic/

    Freud 1920’de kızı Sophie’nin ölümünün ardından, dünya çapında 50 milyon kişinin ölümüne sebep olan “İspanyol Gribi” denen pandemi üzerine “Günümüzdeki kadar ölümle dolu bir zaman hatırlıyor musun?” diye yazmıştı. Eşi Martha’ya ve diğer tüm çocuklarına da grip bulaşmış ve bunu atlatmış olmalarına rağmen bugün Freud’un mektuplaşmalarını okuyup pandemi hakkında çok az şey ile karşılaşmak sıra dışıdır. Aynı şekilde, dönemin diğer analistlerinin yayımlanmış mektupları, kitapları ve yine dönemin dergileri, sebep olduğu ölümlerin sayısı açısından Birinci Dünya Savaşı’nı gölgede bırakan bu hastalığın tahribatından neredeyse hiç bahsetmez.

    Pek çoğumuz İspanyol Gribi hakkında pandemi yıllarında henüz çocuk olan dedelerimiz ve ninelerimizden bir şeyler öğrenmiş ve o dönemde hayatını kaybetmiş olan yakınlarımıza dair hikâyeler işitmiş olabiliriz. Fakat bu büyük olaya dair kültürel hafıza ilginç bir şekilde namevcuttur. Alfred Crosby tarafından gerçekleştirilen ve bu konudaki ilk büyük akademik çalışmalardan bir tanesi olan çalışma “Amerika’nın Unutulmuş Pandemisi (America’s Forgotten Pandemic)” başlığını taşır ve sonuç bölümü ortaya çıkan yeni hastalıklara değil amneziye hasredilmiştir. Amerikan tarihinin en çok satan yedi kitabını incelemiş olan Crosby, bunlarda İspanyol Gribi’nden bahseden tek bir cümle tespit etmiştir.

    Bizim “yeni-normalimiz” de sebep olduğu ölümler ve küresel sonuçlar ile şimdiden toplumun tüm seviyelerinde sarsıcı bir etkiye yaratmış olan bir hastalığa dair amneziyi içerecek mi? İşler bugün farklı gözüküyor. Basın, televizyon, haber akışları ve medyanın bize COVID’e dair aktardığı oldukça fazla şeyin neticesi olan pandemiye dair dur durak bilmeyen söylem, unutmayı oldukça güç kılıyor. Bunun neticesi olarak yalnızca bilgi değil bir pandemi dili, durumumuzu ifade etmek için yeni bir kelime dağarcığı doğuyor.

    Her ülkenin kendisine ait basmakalıp ifadeleri var: bunlar “ikinci dalga” korkusu içerisinde “izolasyon grupları[1]” kurduğumuz, “hava-köprülerini[2]” umut ettiğimiz “beklenmedik” ve “zorlayıcı” zamanlar. Bu tekrar eden boş ifadeler ile nasıl bombardımana maruz kaldığımız kendi içerisinde açık. Yeni bir kelime dağarcığının tedavüle girişi kriz ve travmaya karşılık temel bir insanî tepkidir. Yapılacak ilk şey isimlendirmektir lâkin pandemi isimlendirmek ile bilmek arasında nasıl bir fark olduğunu açıkça gösteriyor.

    Yeni dil, durumumuza dair kısmî bir hâkimiyeti ima ediyor olabilir ama bildiklerimize yahut anlamlandırabildiklerimize hiçbir katkıda bulunmaz. Yine de bilgi bu noktada geçer akçe ve pandemi esnasında kamusal ve özel olmak üzere iki farklı biçim aldı. İlk aşamalarda, Mart ve Nisan’da, kişisel, gizli bilgiye durmak bilmeyen göndermeler mevcuttu: Sağlık Bakanlığı’nda, kamuda yahut yoğun bakım ünitesinde çalışan “arkadaşım” karantinanın birkaç gün içerisinde başlayacağını (ya da sona ereceğini), kişisel koruyucu malzemelerin belli bir zamana kadar dayanacağını, yahut yine her derde deva bir ilacın ne zaman ortaya çıkacağını söyledi.

    Pek çok kişi, sözde Stanford Tıp Fakültesi’ndeki bir doktordan enfeksiyonu önlemek için ne yapılması gerektiğini açıklayan ve “Stanford Mektubu” denen e-mail’i aldı. Neticede bunun sahte olduğu ortaya çıktı, tavsiye önemsizdi ve zaten iyi biliniyordu. Fakat ortaya çıkardığı şey özgün, alıcısını gizli bir bilgi deposuna bağlayan bir kaynağa erişime sahip olmanın önemiydi. Nihayetinde güvenilir bir bilgi kaynağına sahip olmak, “yalan haber” kültürümüz için açık bir panzehir gibi görünse de bu daha derin bir şeye temas ediyor.

    Unutmayınız ki artık her gün çocuklaştırılıyoruz. Muhtemelen çocukluğumuzdan bu yana tecrübe etmediğimiz bir şekilde kendimizin ve çevremizdekilerin güvenliğini muhafaza etmek için neler yapıp neler yapmayacağımız bize söyleniyor. Ve bu kaçınılmaz olarak bilgiyle kurduğumuz ilk ilişkileri ortaya çıkaracaktır: büyükler bizim bilmediğimiz neyi biliyor? Niçin bize söylemiyorlar? Onların sahip olduğu bu yasak bilgiye nasıl erişebilirim?

    COVID’e dair yasak, imtiyazlı bilgiye yönelik talepte bebeklerin nereden geldiğine dair yeni ve çarpıcı bilgilerle donanmış olarak oyun alanına gelen çocuğu duymamak güçtür. Ve Stanford Mektubu’na ve kendi kaynağımızdan edindiğimiz bilgiye yönelik zorlantılı paylaşma ihtiyacında yasak bir bilgiden doğan ve ağırlığının hafifletilmesi için bu bilginin paylaşılmasını gerektiren çocuksu suçluluk duygusunu görmez miyiz?

    Bu, yoğun bakım ünitelerinin bize hayranlık, şaşkınlık ve korkunun bir karışımı hâlinde temsil edilişinde yankılanır. Hayatların pamuk ipliğine bağlı olduğu bu erişilemez alanlarda neler oluyor? İnsanlar kapalı kapılar ardında gerçekten nasıl davranıyor? Televizyonda yayınlanan birkaç özel yayın bu soruları cevaplayamamalarının yanında belki de bir çocuğun ebeveynlerinin yatak odasına yönelik merakını, tiksinti ve korkuyla bezeli bir merakı uyandırıyor.

     Çocukluğumuza dair bu soruları anımsatmak mevcut kriz içerisinde alâkasız gözükebilir lâkin bunlar davranışlarımızın neredeyse tüm yönlerini şekillendirir ve hatta bazen yaşamımızı riske atabilir. Çocuklukta güvenliği deneme yanılma yoluyla öğrenmeyiz, arabaların tehlikeli olduğunu öğrenmek için sokaklarda koşmayız. Güvenliği itaat ederek öğreniriz ve nihayetinde bu sebeple güvenliğe dair kurallar itaatin kurallarıdır. Dolayısıyla, eğer bir çocuk trafiği yoğun olduğu bir yolda kendi başına koşarsa ebeveynlerinin bunu öğrenmesi, onun için, kendisine bir arabanın çarpmasından daha korkutucu olabilir.

     Bu nedenle risk ve güvenlik, yalnızca somut tehlikeden kaçınma meselesini değil, aynı zamanda eylemek üzere nasıl algılandığımızı, nasıl yargılandığımızı ve değerlendirildiğimizi de içerir. The Blitz’i[3] (2. Dünya Savaşı) inceleyen kimseler evlerinin ön cephesindeki camlarda karartmaya giderken aynısını arka cephede yapmayı umursamayan insanlar üzerinde durmuşlardır. Bu elbette ki Alman bombardıman uçaklarının cesaretini kıramayacaktı lâkin yalnızca evlerin ön cephelerini kontrol edeceklerinden hava alarm görevlilerini mutlu edecekti.

    Bu itaatsizlik eylemlerinin farklı işlevleri vardır. Bilim insanları ve politikacıların kendi yazdıkları kural ve kılavuzlara riayet etmedikleri anlaşıldığında, tepki hakaret ve öfkeye eğilimli olur. Nasıl yapabilirler! Böylesi ikiyüzlü bir davranış ile yaşamları riske atmak! Kendilerini istisna olarak görmeleri kabul edilemez sayılsa da bu herkesin gizlice aklından geçirdiği bir şey değil midir? Popüler kültür – Star Wars’tan The Umbrella Academy’ye kadar – başkaları tarafından keşfedilmek üzere gizli bir özelliğe sahip olma teması üzerinde oynar. Ve bebekler üzerine çalışan araştırmacıların bize söylediği gibi, ebeveynler yeni doğan çocuklarını karşıladıklarında, yeni geleni benzersiz, özel ve istisnaî bir varlıktan ziyade yalnızca bir nüfus istatistiği olarak görürlerse işler o kadar iyi gitmeyebilir.

    Bu sebeple pek çok insan, kendileri de kuralları çiğnedikleri hâlde diğerlerini, sanki mühim olan tek özel oluş kendilerininkiymiş gibi, ağır bir şekilde cezalandırırlar. Epidemi ve pandemi tarihçileri, Atina Vebası’ndan İspanyol Gribi’ne dek, kurallar ve yasalar çok sıkı bir şekilde belirlendiğinde pek çok insanın yasa kendisi dışındaki herkesi kapsarmış gibi hareket ettiğini fark etmiştir.  

    Şayet hayatın kendisi bir şekilde farklı ve istisnaî hissetmeye dayanıyorsa yalnızca kuralların geçerli olmadığını hissetmekle kalmayıp aynı zamanda bilfiil onları çiğnemeye çalışabiliriz. Bir kez daha yaşamının başlangıcında, diğer pek çok türün aksine, çaresiz ve tamamen bakım gösterenlerine muhtaç olan bebeği düşünün. Onunla konuşulur, onun hakkında konuşulur, ona bakılır, etrafında hareket edilir ve fiiliyatta kendini ifade edebilmek için hiçbir yeteneği yoktur. Bu koşullarda şayet reddetme eylemleri biçiminde olmayacaksa, öznellik ve faillik nasıl meydana gelecektir? Örneğin göğsü yahut şişeyi itmek ve ilerleyen zamanlarda kafayı sallamak belki de kendini ifade etmenin ilk biçimleridir ve dolayısıyla özgül bir değere sahiptir.

    Yine de kendimizi ilk otoritelerimize Hayır deme eylemleri ile tanımlıyoruz ve romanlarda ve filmlerde bir bilgisayar, diyelim ki, “bize benzemeye” ve kendi failliğini geliştirmeye başladığında gerçekleştirdiği ilk eylemin bir reddiye olmaya eğilimli oluşunun sebebi budur. Efendilerine Hayır der. Öznelliğimiz burada, dışarıdan dayatılan davranış standartlarına göre şekillenir ve bunun klasik örneği tuvalet eğitimidir. Çocuk işini söylendiği zaman halletmeyi öğrenir fakat bunu korkudan yapmak ile kabullenmeden yapmak arasında bir fark vardır.

    Yabancı bir davranış standardı dayatıldığında, içimizde yakıcı bir kin barındırarak bunu kabul edebiliriz. Bu, kindar bir inatçılığı örten nazik ve uysal bir kişilik ile yaşamı sürdürdüğümüz anlamına gelebilir. İnsanî davranışın bu niteliğini grup ile çalışan herhangi biri fark etmiş olabilir, daima Evet diyen bir kimse belki de esasında bir Hayır’ı eyleme döküyordur. Pandemi sırasında birdenbire eylemlerimizin pek çok yönünü düzenleyen talimatlar almaya başladığımızda hem sağduyulu hem de açık itaatsizlik eylemlerinin çoğalmaya başladığını görmek şaşırtıcı değildir.

    Bunlar kamuoyunun dikkatini çektiğinde, suçlu cezalandırılabilir ve teşhir edilebilir lâkin bu noktada suçluluk, suçlama ve sorumluluğa dair daha geniş bir çerçevenin farkında olmalıyız. 1950ler ve ‘60larda yapılan ulusal acil durumlar ile ilgili ilk çalışmalar oldukça öngörülebilir bir örüntünün ortaya çıktığını buldu. Öncelikle, genellikle sağlık çalışanları ve kurtarma görevlilerini ülküselleştirme[4]. Eş zamanlı olarak, siyasi figürleri veya etnik azınlıkları veya ikisini birden günah keçisi ilan etmek. Son olarak, bölgesel yahut ulusal suçlama kültürü. Cömertçe bağış yapanlar hayırseverliklerinden pişman olmaya ve geri ödeme aramaya başlarlar; yardımı kabul edenlere yönelik şüpheler peyda olur; medyada devlet ödeneklerine dair asılsız ifadeler hakkında haberler ortaya çıkar; gittikçe daha fazla insan yardım için toplanan paradan paylarını alamadıklarını düşünmeye başlar; gönüllüler şevklerinin azaldığını fark ederler.

    Suçlayacak birini aradığımız bu üçüncü aşama bilinmeli ve üzerine düşünülmelidir. Virüsün kendisi garip bir biçimde suçsuz gözükür ve sorumluluğu konumlandırabileceğimiz bir insanî neden, bir ihmal eylemi, açgözlülük yahut ahlâksızlık ararız. Bunu nasıl tanımlayacağımız beş yaşındaki bir çocuğun yorumundan – “Yarasayı yiyenden nefret ediyorum” – Wuhan laboratuvarı ya da 5G’ye dair popüler komplo teorilerine dek değişebilir. Bu küresel krizin kökeninde bir suç yahut bir günah olmalıdır.

    Belirli bir teori çöktüğünde, ötekileri ararız, suçlama arayışının bir parçası enfeksiyonun ortak merkezli örüntüsünü yansıtır. COVID pandemisinin tahribatı düşünüldüğünde bir kimse hırsını, öfkesini ve adaletsizlik hissini nasıl konumlandırabilir? Bu sorumluluk sorusu pek çok ülkeden terapistlerce fark edilmiş olan garip bir fenomeni açıklamaya yardımcı olabilir: daha önceden akut kaygı semptomları öyküsü olanlar, sıklıkla, bulaşma korkuları mevzubahis olduğunda daha az kaygılı görünürken, evvelden kaygıdan çok az mustarip olanlar yahut hiç olmayanlar şimdi bunu deneyimleyebilmektedir. Fakat niçin herkes yalnızca daha fazla kaygılı değildir ki?

    Bulaşma fikirleri son derece yaygındır ve klasik olarak bir temas isteğini gizledikleri şeklinde anlaşılırlar. Kendimizi dokunmaktan alıkoyarız çünkü nesnesine zarar vereceğini düşündüğümüz saldırgan veya cinsel bir niyetle aslında dokunmak isteriz. Altta yatan istek bastırılmıştır, dolayısıyla onun farkında değilizdir ve bunun yerine enfeksiyonu kapmak ve bunu yaymaya dair endişelerden müteşekkil acı verici semptomlardan mustarip oluruz. Anneme ya da babama sarılmalı mıyım yoksa sarılmamalı mıyım? Şayet sarılmazsam ne düşünecekler? Sosyal mesafe ve hijyenin yeni kuralları bu noktada iyi haberdir zira içsel bir yasağı dışsal olan ile değiştirirler. Dışarıdaki yasa bizim için emri buyurduğundan, artık kendi içimizde mücadele etmemize gerek yoktur. Ve dolayısıyla bu da kaygıyı azaltır.

    Kişisel sorumluluğun ortadan kalkışı mesafeyle ilgili problemi olanlarca da hoş karşılanır. Başkalarının ne kadar yakına gelmesini istiyorum? Başkalarıyla doğru mesafeyi nasıl yaratabilirim? Başkalarının kişisel alanıma saygı duymasını nasıl sağlayabilirim? Mesafenin gözetilmesi hususundaki gerçek ve somut dışsal buyruk hayatında bunun eksik olduğunu tecrübe eden pek çok insana sınırları yaratmak ve onları güçlendirmekte yardımcı olmaktadır. Şu anda dünyanın kimi yerlerinde mesafe kuralları zayıflamış ya da terk edilmiştir ve doğru mesafenin yeniden tertip edilmesi için gösterilen çabanın – kimi durumlarda – şiddetli biçimler alacak şekilde artmasını bekleyebiliriz.

    Terapistlerin bu noktada fark ettiği diğer bir şey, başkalarına bulaştırma korkusunun, kendi kendine enfeksiyon kapma korkusundan çok daha sık görülmesidir. Bu, hasta popülasyonumuzun bir eseri olabilir, ancak şu anda daha genel bir endişeyi yansıtıyor. Pek çok sosyal teorisyen pandeminin başlangıcında inanç sistemlerinin bir güncellemeye ihtiyaç duyması sebebiyle huzursuzdu. Geç kapitalizm, mali piyasaları insan yaşamının önüne koyar, öyleyse karantina önlemlerince ekonomi nasıl bu kadar küstahça tehlikeye atılabilirdi? Çok fazla işçinin hayatını kaybedebileceği ihtimâl dahilinde değilse bu mantıklı değildi fakat bu ihtimâl dahi hastalanma ve ölüm demografiklerinden elde edilen veriye uygun değildi.

    Bu noktada doktorların şu şakasını hatırlayabiliriz: Elli yıl evvel bir hasta kaybedilirse bu bir trajedi olurdu, bugün ise hastaya dair notları kaybetmek bir felâkettir. Başka bir deyişle, bürokratik olarak insan hayatından sorumlu gözükebilmek için anahtar sorumlu tutulabilirliktir. Ve burası, bir kez daha, pandeminin, neoliberal yönetimin modern biçimlerinin dehşet verici sonuçlarını ortaya çıkarttığı yerdir: insan hayatının onun en temel biyolojik parametrelerine indirgenmesi.

    Burada insan yaşamına dair iki kabulün vahşi ayrımını görürüz: biyolojik bedenin yaşamda tutulması olarak anlaşılan yaşam ve bağlılıklarımız ve tecrübelerimizi içerdiği ölçüde yaşam. Şayet ölmekte olan bir kimse ailesine veda edemiyorsa yaşam nedir, diye sorabiliriz. Yahut bir kimsenin bir ebeveynine ya da kardeşine ayrılırken veda etmesine izin verilmemişse… Bu, ne ölçüde bir hayatı değersizleştirir ya da kayıptan sonra bir hayatın yaşanmasına nasıl izin verir?

    Kimi hastanelerin ölmek üzere olan COVID hastaları hususundaki uygulamalarını değiştirebilmiş olmaları, vedalaşmalara müsaade etmeleri, olumlu bir işarettir fakat daha geniş çerçevede yaşamı yalnızca biyolojik bir olay olarak görmek yaygındır. Bakım evi çalışanları da insanlarla temasa müsaade edilen bir yaşamdan kopmanın ölüme nasıl sebebiyet verebileceğini gözlemleyerek belgeledi. Uzaklaşmanın getirdiği yalnızlık ve izolasyon, hayatta kalmak için daha az neden olduğu anlamına geliyordu.

     Pek çok okur H.G. Wells’in 1898 tarihli Dünyalar Savaşı’nın sonunda hayal kırıklığı ve üzüntü hissetmiştir – ve hâlâ hissediyordur. Bir uzaylı istilası, onunla savaşan kahramanlar, ama sonra zafer, bir tür cesaret veya keşfin neticesi olarak değil, sadece yeryüzündeki bakterilerin işgalcileri öldürmesi nedeniyle gelir. Daha fazlasını isteriz. Bir şiddet eylemine karşılık, belki de, bir şiddet eylemi isteriz. Wells, bulaşıcı hastalıklar ve bakteriler hakkında on dokuzuncu yüzyılın sonundaki güncel bulguları kullanıyordu lâkin suçlamaya ve sorumluluğa dair insanî arayış insan hedefleri arzular.

    Kızının ölümünün ardından Freud şöyle yazmıştı: “İçten bir şekilde inanmadığım için, bir kimsenin şikâyetini sunabileceği tek bir yer yok. Suçlayacak kimsem yok ve bunu biliyorum.” Fakat kaçımız hakikaten suçlamanın her zaman kesin, biricik ve isimlendirilebilir bir muhatabının olmadığını biliyor?

Çeviren: Şahin Ateş


[1] İng. bubbles, ç.n.

[2] İng. air bridges. Bkz. “Hava-köprüleri, küresel koronavirüs pandemisi süresince farklı ülkelere seyahat etmeyi kolaylaştırmak üzere tasarlanmıştır.” – BBC, https://www.bbc.co.uk/newsround/53236225 (Erişim Tarihi: 30.08.2020), ç.n.

[3] Türkçesi: “Yıldırım”. “2. Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallık’ın Almanya tarafındna 7 Eylül 1940 ile 16 Mayıs 1941 tarihleri arasında aralıksız bombalandığı döneme verilen ad.” – “The Blitz”, Vikipedi: https://tr.wikipedia.org/wiki/The_Blitz (Erişim Tarihi: 30.08.2020), ç.n.

[4] İng. idealisation. İngilizce kelimeyi karşılarken “ülküselleştirme” kelimesini kullanmamın sebebi, Freud’un mevzubahis mekanizmayı açıkladığı metinlerin Türkçe çevirilerinde çevirmenler Emre Kapkın ve Ayşen Tekşen’in bu kelimeyi kullanmış olmalarıdır (Krş. Sigmund Freud, Metapsikoloji (E. Kapkın & A. Tekşen, çev.), İstanbul, Payel: 2013.), ç.n.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu