Metin

S. Freud’un “Tedaviye Başlamak Üzerine” (1913) Başlıklı Makalesi Üzerine- İbrahim Şahin Ateş

Bu metin, Felsefe Sanat Psikanaliz bünyesinde düzenlenen “Freud’un Teknik Metinleri” atölyesi kapsamında 02.04.2023 tarihinde tarafımca gerçekleştirilmiş sunuma aittir. Freud’un ilgili makalesinin başvurulan çevirisi bu bağlantıdan okunabilir.

 

Herkese merhaba,

Hatırlayacağınız üzere, geçtiğimiz oturumumuzda çalışmış olduğumuz metni, analizin yegâne kuralı olan “serbest çağrışımın” analist nezdindeki karşılığını araştırmaya hasrettiğini belirterek özetlemiştik. Benzeri bir özeti bu metin, yani “Tedaviye Başlamak Üzerine” (1913) başlıklı metin için de sunabilir ve “metnin esas sorusunu” şu şekilde özetleyebiliriz: Analitik süreç başından sonuna dek kurgulanabilir mi? Hiç şüphesiz, ilk bakışta anlaşılabileceği üzere hem analitik çerçeveye hem de “analizin sonu”na ilişkin bir sorudur bu. Yani, tedavinin başlangıcında ele alınması gereken faktörlerin neredeyse tamamı aynı zamanda tedavinin sonuna ilişkindir; bu sonu metapsikolojik olarak, yani, dinamik, topografik ve ekonomik olarak belirleyen faktörler Freud tarafından bu makalede ele alınmışlardır. Başlarken, Freud’dan bir alıntı yapacak ve şimdiden belirteceğim: Bugünkü sunumumu, bir önceki oturumumuzdakine benzer şekilde, maddeler hâlinde hazırladım. Yani, makaleden bazı başlıklar belirledim ve bunları kısaca da olsa ele almaya gayret ettim. Diliyorum bu sizler için verimli bir yol olur ve olmuştur.

“Psişik gruplaşmaların olağanüstü çeşitliliği dikkate alındığında, tüm zihinsel süreçlerin plastisitesi ve belirleyici etkenlerin zenginliği tekniğin herhangi bir şekilde mekanikleştirilmesine karşıttır.” Her şeyden önce, Freud’un psişik gruplaşmalar ve plastisiteyi aynı cümle içerisinde ele alıyor oluşu, bu noktada bilhassa plastisitenin Freud tarafından bir “metafor” olarak kullanılmamış olduğunun bir göstergesidir. Nitekim, Proje (1895) ve Düşlerin Yorumu (1900) gibi metinlerde hem “psişik gruplaşmalar” hem de yine bunlarla beraberce düşünülebilecek olan düşünce zincirleri Freud tarafından sıklıkla kullanılan tabirlerdir. Bu “gruplaşmaların” bir tanımı için “Bastırma” (1915) başlıklı makaleden aktarıyorum (çeviri Emre ve Ayşen Kapkın’a ait): “Şimdiye kadarki tartışmamızda bir içgüdüsel temsilcinin bastırılmasını ele aldık ve bu temsilciden bir içgüdüden gelen belli kotada ruhsal enerjiyle (libido ya da ilgi) yüklü bir düşünce ya da düşünceler grubunu anladık.” Sırayla iki önemli kavramın Almancasını paylaşıyorum: İçgüdüsel temsilci = Triebrepraesentanz; düşünceler grubu = Vorstellungsgruppe. Bu noktada şunun altı çizilmelidir: Freud, tedavinin sınırlarına, izleyeceği yola, kurallarına ve nicesine ilişkin açıklamalarını oldukça erken metinlerinde dahi görülebilecek olan kavramlar ile izah etmektedir. Tedavinin kendisine katılabilecek olan tüm etkenler, Freud tarafından, zihinsel süreçlerin plastisitesi ile beraberce ele alınmaktadır. Bunun tesadüfî olduğuna yönelik hiçbir açıklama kabul edilebilir olmadığı gibi bu erken metinlerin, sadece Proje’nin değil, Freud’un afazi üzerine çalışmalarına varana dek, 1880lerin son yıllarından itibaren yazdığı her şey, şayet analitik bir çerçeveden bahsedilecekse, bu bahse dahil edilmek zorundadır. Bu metnin takip eden satırlarında görülebileceği üzere Freud, analizanın sessizlik anlarını seans odasında dikkatini cezbetmesi muhtemel olan objelere varana dek her şeyi hesaba katarak işitmek gerektiğini yazmaktadır. Kimileri çıkıp Freud’un hiçbir zaman “bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını” söylemediğini söyleyebilirler. Haklarını vermeliyiz ki gerçekten de söylememiştir. Ama diğer bir yandan, işte, görmekteyiz ki Freud tedavinin mekanikleştirilmesinin verimsizliğini dürtünün temsilcilerinden bahsetmek için kullandığı sözcüklerin aynıları ile izaha girişmektedir. Bunun tesadüfi olduğunu düşünmek ya da bunu gözden kaçırmak ciddi bir teorik zafiyettir. Eğer bu cümleye gereğince muamele edilir ise makalenin takip eden satırlarında Freud tarafından “zaman” mefhumunun ele alınış biçimlerinin ilgi çekici hâle gelebileceğine inanıyorum.

Ön görüşmeler hakkında Freud’un söylediklerini kıymetli buluyorum. Söz konusu bahis için makalede kısaca bir yer ayrılmış olsa da Freud söz konusu görüşmelerin, yani bir kişi ile psikanalitik yöntem ile çalışılabilip çalışılamayacağına ilişkin hüküm verilen görüşmelerin, normal bir seansın tabi olduğu kuralların aynılarına tabi olduğunu belirtir. Yani, söz konusu görüşmeler hastadan ya da müstakbel analizandan “anamnez almak” maksadıyla gerçekleştirilmemekte ve hasta bu görüşmelerde de psikanalizin yegâne kuralına tabi olmaktadır. Bu noktada iki meselenin öneminin altı çizilebilir: Bunların ilki ön görüşmeler ve çalışmanın gerekliliklerine ilişkin hastalara aktarılan bilgi, ikincisi ise Freud’un takip eden satırlarda “ön başlangıç” olarak adlandırdığı, hastanın çeşitli gerekçeler ile analiste bir “aktarım” ile tedaviye başlamaları durumudur.

İlk mesele, esasında, geçtiğimiz oturumumuzda da gündeme gelmiş idi ve esasen yalnızca ön görüşmeler çerçevesinde değil, daha geniş olarak yorum başlığı altında değerlendirilmesi gereken bir şeydir. Freud’un muhtelif yerlerde, örneğin “Bilinçdışı” (1915) makalesinde ve “Aktarım” başlıklı Giriş Konferansı’nda gündeme getirmiş olduğu üzere, şayet analistin ağzından çıkanlar analizanın bilinçdışının yerine geçmek yerine yanına yerleşiyor ise ve bir yorum bir analizanı neredeyse analisti dahi şaşırtacak bir şekilde etkiliyor ise, Freud’un uyarısına kulak vermek ve tedbirli davranmak icap eder. Dolayısıyla, müstakbel analizana, gerçekleştirilen ön görüşmeler esnasında sürece ilişkin bilgi vermek, onun entelektüel eşliğini mutlak suret ile elde etmek manasına gelmemektedir. Bir örnek (…)[1] Bazen ise karşınızda, neredeyse sizin “teşvikinizi” bekleyen hastalar olur. Özellikle bir yakını tarafından “yönlendirilen” hastalarda bu “tutukluk” hiç de nadir değildir. Yine de bunun elbette ki “olumsuz geçen” bir ön görüşme ile karıştırılmaması gerekir. En nihayetinde hastadan beklenen, imkânsız bir söz vermesidir ve siz kuralları kendisine aktardığınızda hiç şüphesiz “anladığını” belirtecektir. Hakikaten de anlamıştır lâkin tecrübe etmemiştir. Unutmamak gerekir ki şayet analist analizanını anlayarak dinlemek konusunda Freud tarafından uyarıldı ise bunu analizanın anladığı için bir kurala riayet etmesinin beklenemeyecek olması ile beraberce düşünmek icap eder ve bu husus, sunumuma başlarken plastisite üzerinden gündeme getirmiş olduğum dil gibi yapılanan bir bilinçdışı ve Lacan’ın Freud’da su yüzüne çıkardığı düzlemler ile metapsikolojik bir temele oturmaktadır. Lütfen hatırlayınız, size geçtiğimiz oturumda, seanslarına notlar çıkartarak hazırlanan bir analizan örneğinden bahsetmiştim. Bu özverili tutum, görünüşe bakılacak olursa analizin kuralına eşlik edildiğinin mutlak entelektüel kanıtı, direncin ta kendisidir ve analistin bu “sözde öz verili” tutum yahut entelektüel eşlik karşısında ve yine yorumunu şükran ile üstlenen analizan karşısında el çekmesi gereken narsisistik keyif, analist olmanın bedelidir (krş. Marie Bonaparte, “Bir Primal Sahnenin Analitik Keşfi Üzerine Notlar” [1945]). Bu bedel ile geçtiğimiz oturumda tartışmış olduğumuz analistin stili birbirine karıştırılmamalıdır. Bu bedel ki kimi zaman, Freud’un altını çizdiği üzere, bir dostluğun feda edilmesi kadar radikal dahi olabilmektedir. “… şayet güvenilir bir ikame bulamazsa” der Freud, bir yakınını tedaviye kabul edecek olan analist için, “bu fedakârlığı gerçekleştirmelidir.” Tüm bu meseleler, gördüğünüz üzere, hastaya verilen ön bilgiler ve gerçekleştirilen ön görüşmelerden tutun da yakınların analize alınmasına kadar, analitik çerçeve denen şey ile ilişkilidir ve Freud’un önerileri beylik sözlere ve yasaklara değil, metapsikolojik temellere dayanmaktadır.  Bunlar Freud tarafından geliştirilmeye çalışılan örf ve adetler değildir. Kaldı ki harikulade bir cümlesinde, yine bu makalede, Freud şöyle yazıyor: “Pek çok analistin başka bir yol ile çalıştığını biliyorum ancak bu ayrılığın meseleleri farklı şekilde halletmek arzusundan mı yoksa böyle yapmak ile elde ettiklerini düşündükleri bir avantajdan mı kaynaklandığını bilmiyorum.” Bu satırları Freud’un 1926’da kaleme almış olduğu Meslek Dışı Analistler Sorusu metni ile mukayese etmeyi sizlere bırakıyorum. Yine, bu doğrultuda aktarmış olduklarımın “Olumsuzlama” (1925) makalesi ile beraberce çalışılması verimli sonuçlara gebedir, zannımca.

Artık, yavaş yavaş, “analiz ve zaman”a gelebiliriz. Bu makalenin, en azından benim nazarımda, en belirgin hatlarından bir diğeri Freud’un “zaman”a yönelik yorumlarıdır. Bu yorumları da iki alt başlık hâlinde ele almayı önereceğim. Bunlardan ilki, geçtiğimiz oturumda da altını çizmiş olduğum bilinçdışının zamansızlığı hadisedir. Hatırlayacak olursanız buna Freud’un sonradanlık üzerine görüşlerine değindiğimiz esnada atıfta bulunmuştuk. İkinci alt başlık ise benim hatırlatmayı çokça sevdiğim üzere “kronolojik zamanın” bir savunma mekanizması oluşu hadisesidir. Bu, her ne kadar Freud tarafından alenen dile getirilmiş olsa da ilginç bir şekilde Freud okurları ya da en azından Freud’un Freud okuduğunu iddia eden okurlarınca, altı pek fazla çizilen bir husus değildir. Halbuki bu makalede de açıkça görülebildiği üzere Freud analizin “hissedilen yavaşlığını” doğrudan bilinçdışının zamansızlığı ile ilişkilendirmektedir ve böylesi bir yorumu bir laf salatasıymışçasına gözden kaçırma hakkımız bulunmamaktadır. İlerleyen satırlarda görülebileceği üzere Freud için tedavinin gündemimin analist tarafından tayin edilmesi söz konusu dahi olamayacak olan bir şeydir. Freud’un analist için uygun gördüğü bu tutum doğrudan sözceleme denen şey ile ilişkilidir. Analizanın anlatısı sentaksından tutun da telaffuzuna kadar sese ve söze ilişkin her seviyede analistin kulağında çınlamalıdır. Sizlere tekrardan plastisiteyi ve Freud’un “afazi” üzerine erken dönem çalışmalarını hatırlatmak isterim. Bir kez daha altını çizmek gerekir ise bu çalışmaların bir kenara bırakılabileceğine inanan kim var ise, örneğin, “Ego ve İd’in” (1923) ilgili bölümlerini gözden geçirebilir yahut 1915’te, “Bilinçdışı” makalesinin VI. Bölüm’ünün son paragrafına göz atabilir. Analizanın anlatısında arasında on yıllar bulunan iki sahneyi birbirine bağlayacak olan şey, bazen, bir dil sürçmesinden tutun da tuhafça kullanılan bir deyim olabilir ve bunu mümkün kılan koşullar, Freud’a göre, “bilinçdışının çekirdeğini” oluşturmaktadır. Söz konusu son paragraf, bize böyle söyler. Aynı makalede, bir önceki bölümün ikinci paragrafında ise Freud şöyle yazar (çeviri yine Kapkınlara ait): “Bd.nın çekirdeği yüklerini boşaltmaya çalışan içgüdüsel temsilcilerden oluşur; yani, istekli itkilerden.” Öyle ise VI. Bölüm’ün sonunda “dürtü” değil de “içgüdü” olarak atıfta bulunduğu söz konusu çekirdeğin tarihöncesinden aktarılış biçimleri içgüdüseldir, yani, istekli itki, yani Wunschregung içgüdüseldir. İçgüdüsellik bir zamansallık biçimidir ve Freud’un eserinde doğrudan dürtünün yapısı ile ilgilidir ama bu demek değildir ki dürtü bir içgüdüdür. Sadece, naçizane görüşümce, dürtünün içgüdüselliği bilinçdışının zaman ile münasebetini belirten bir önermedir ve yine aynı makalenin bu kez III. Bölüm’ü uyarınca biliriz ki zaten dürtü denen şeyin kökeni ancak ve ancak temsil edilmesi sureti ile psikanalizin konusu hâline gelebilir. Bu, gören göz ve işiten her kulak için, “bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır” demektir ve bu önerme temellerini kimi İtalyanların burun kıvırdığı Freud metinlerinde bulur. Buradan, makaleyi izleyerek, nevrozların etiyolojisine geçeceğiz zira bu zamansallığı belirleyen dile yahut gösteren ekonomisine ilişkin koşullar, doğrudan, nevroz seçimi sorusu ile, Neurosenwahl ile ilişkilidir. Bu sebep ile Freud bu makalede kimi hastaların semptomlarını “tetikleyen” hadiselerden bahsederek kimilerinin ise “kronolojik” bir anlatı kurarak konuştuklarından lâkin analistin nazarında bu anlatıların birinin diğeri karşısında tercih edilebilir olamayacağından bahseder. “Hiç kimse nevrozların nereden geldiğini bilmez” der Freud ve bu önerme bastırılanın ancak ve ancak geri dönüşü vesilesiyle bir yeri olabileceğine ilişkin görüş ile birlikte ele alınmalıdır.  Freudcu aşırı-belirlenim budur ve ancak ve ancak bununla bir “çerçeve” kurulabilir.

Şimdi, biraz paradan konuşma vakti geldi. Neredeyse tek bir kişi ile karşılaşmadım ki mesleğe yeni başlamış olup da emeğinin karşılığı olan parayı almaktan çekinmesin. Buna ben de dahilim. Utangaçlık ve mahcubiyet. Bir insan nasıl olur da emeğinin ve vaktinin karşılığı olan parayı istemekten tereddüt eder ki? Paranın miktarı kadar veriliş biçimi, zamanı ve veren kişinin kim olduğu dahil olmak üzere her şey, bir kez daha, çalışmanın konusudur. Etrafımda “şundan az paraya çalışmam, parayı yalnızca elden alırım” gibi çokça beylik laflar işitiyorum, bazen. Elbette ki sizler gibi ilgili kimselere Freud’un “anal erotizm” hususunda kaleme aldıklarını hatırlatmam ve paranın dışkı, armağan, bebek ve penis gibi çeşitli ikameler ile beraberce düşünülebileceğinden bahsetmem abesle iştigal olacaktır. Bu makalede Freud meselenin cinsellik ile ilişkili olduğunu yalnızca anıştırır ama hepimiz biliyoruz ki bu ilişkiyi daha yakından incelediği farklı yerler de yok değildir. Bu husus üzerinde fazlaca durmayacağım. Freud’un “fakir bir adamın” nevrozu üzerine söyledikleri ise ilginç. Bu hususta sizlere Freud’un iki metnini, “Histerinin Etiyolojisi’ni” (1896) ve Psikanalize Yeni Giriş Konferansları’nı (1931) ve Psikanalize Giriş Konferansları’nın (1916-17) “Nevrozlar” bölümünün başında mukayese edilen iki genç kızı hatırlatmak isterim. Sözü geçen üç metinde de Freud tarafından bir hastanın tabi olduğu sosyoekonomik koşulların onun psişik yapısına etkisi ele alınmaktadır. Ne var ki burada, bunlardan farklı olarak, Freud, sevgili Batuhan Demir’in ilk sunumunda kullandığı ifadelerle aktaracak olur isek bir hastayı semptomundan ayırmanın risklerine atıfta bulunur ve ikincil kazancı gündeme getirir. Hatırlayınız: Freud için ön görüşmenin inceliklerinden birisi tam olarak budur. Analitik açıdan tanı, semptomun ve savunmaların oluşumuna dairdir ve çalışmanın izleyeceği yol üzerinde doğrudan etki sahibidir. Bu hususta yapılacak bir hata, betimsel bir yanlış olmaktan ötedir ve Freud’a kulak verecek olursak hem etik açıdan ciddi bir soru işaretidir zira hastayı “semptomundan ayırmanın” ne kadar iyi sonuçlar getireceği bir soru işaretidir hem de yöntemin itibarını lekeleme riskini barındırmaktadır zira çeşitli gerekçeler ile ön görüşmeler, kimi zamanlarda, hastanın analize alınmaması ile sonuçlanabilir. Yine de bunun, bugün daha evvel söylemiş olduğum üzere, ön görüşmelerdeki “tutukluk” ile karıştırılmaması gerekir. Bir müddettir kendisiyle ön görüşmeleri sürdürüyor olduğum bir kişi (…)[2] Bunun daima “sözlü” olarak yapılması gerektiğine inanmıyorum. “Online” olarak gerçekleşen bu seansları onun hayatına doğru genişletiyorum ve karşılığını alıyorum lâkin bu kaçınılmaz olarak yavaş ve sancılı. 

Bugün bahsetmek istediğim son iki konudan ilki, Freud’un “eş zamanlı tedaviler” hakkındaki görüşleri. Yani, bir başka deyişle, kişinin analize eşlik organik rahatsızlıkları. Zannediyorum ki bu noktada sizlere “Narsisizm Üzerine” (1914) başlıklı makalenin II. Bölüm’ünü işaret etmem kâfi gelecektir. Bildiğiniz üzere makalenin bu kısmında Freud bedenin muhtelif kısımlarının “erojenitesinden” bahseder. Verdiği ilk örnek, prototip, penistir lâkin Freud meselenin penise has ya da penis ile sınırlı olmadığının altını çizer ve tıpkı organik olan rahatsızlıkta olduğu gibi “hastalık hastalığında da” libidinal ekonomik dağılımda mutlak suretle bir değişikliğin vuku bulduğunu varsaymamız gerektiğinden bahseder. Bu değişiklik, Freud’dan aktarıyorum “organların bedensel bir hastalığının yarattığına benzer bir etkisi olabilecek şeyi oluşturur.” Bu husus psikanalitik kliniğin esas kaynaklarından birisidir. Sizlerden ricam, web sitesinde bir çevirisine ulaşabileceğiniz “Organik ve Histerik Felçler” (1893) başlıklı makaleyi gözden geçirmenizdir. Ben sizlere, şimdi, genel hatları ile söz konusu makaleyi özetleyeceğim…

Ele almak istediğim son husus Freud’un “analist, analizan sessizliğe bürünene dek aktarımı ele almaya kalkışmamalıdır” şeklindeki ifadesidir. Peki, yorum ne zaman başlamalıdır? Yorumun doğruluğuna karşılık yorumun zamanı ve aktarımın vaziyeti nasıl değerlendirilmelidir ve daha evvel sözünü etmiş olduğumuz “ön başlangıçlı” hastalarda, bu sorular için alternatif cevaplar üretebilmek mümkün müdür? (“Analizde İnşalar” [1937], “Olumsuzlama” [1925] gibi makaleler özetlenmiştir…)

Teşekkür ederim.

 

[1] Burada katılımcılara bir vaka örneği sunulmuştur.

[2] Burada katılımcılara bir vaka örneği sunulmuştur.

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu