Tavukların bilmediği şeyler – Şahin Ateş
Kimilerini uzun süredir tekrarladığım alıntıları bu kez farklı, en azından farktan iz taşıyan bir şey ile sancılandıklarını (labour) umut ederek bir kez daha tekrarlayacağım. Geviş getirmek ile kabızlık arasında bir yerdeyim.
Freud “Hatırlamak, Tekrarlamak ve Derinlemesine Çalışmak” (1914) başlıklı makalesinde, özetle, şöyle söyler: Bir kimse hastalığıyla barışabilir, hatta onu hafife alabilir, saçma olduğunu düşünebilir ama kesin olan bir şey var ise o da şudur ki bu tavır analitik süreçte hastanın payına düşen derinlemesine çalışma, Durcharbeiten ile “aynı seviyeden” bir iş değildir. Burada “seviye” kelimesini Freud’un topografisine göndermede bulunmak için kullandım. Müsaadenizle öncelikle bunu açıklayacağım.
Freud “İnkâr’da” (1925) şöyle söyler: İnkâr, die Verneinung, “bastırılmış olanın kabullenilişine” delalet değildir ama bastırmanın “kalkışıdır” (aufhebung); bastırma bir mekanizma olarak lağvedilmez, “bastırıcı sürecin kendisi ortadan kalkmaz (aufgehoben)”.
Devam ediyorum: Histeri Üzerine Çalışmalar (1899), Freud’un pek çok histerikten işittiğini dile getirdiği şu soruyu okuyucuya aktarması ile son bulur: “Mademki benim ve çevremin sebep olduğu şeylerin neticesinde ben hastalandım ve bu koşulları değiştirmem mümkün değildi. O hâlde ben hastalığa yazgılı mıyım?” Freud’un bu soruya cevabı kesindir: “Psikanalist yazgının yerine geçemez.” Fakat, acaba bu cevapta Freud’un yazgıya imanını okumak konusunda aceleci olmamakta fayda olabilir mi? Ben Freud’un yazgıya kesinlikle iman ettiğine inanıyorum ama (dergimizin gelecek sayısındaki yazımda ele almış olduğum üzere) bu tartışmayı devam ettirmek için yazgı konusunda mutabakata varmamız gerekiyor. Bunu bir kenara bırakıyorum ve Freud’un vermiş olduğu cevapta “bir pozisyon” olarak yazgıyı işitebileceğimizi söylemek istiyorum, bu pozisyona, şayet arzu ederseniz “Büyük Öteki” diyebilirsiniz. Bu düşüncemi desteklemek için Freud’un “Ego ve İd’in” (1923) V. Bölüm’üne yazmış olduğu ikinci dipnota başvuracağım (oldukça uzun olan bu dipnotu kısaltıyorum):
Bilinçdışı bir suçluluk duygusu engeliyle mücadele çözümlemeci için kolay değildir… Bu Bd. suçluluk duygusu “ödünç alınmış” bir duygu olduğunda – bir zamanlar bir erotik yükün nesnesi olan bir başka kişiyle özdeşleşmenin ürünü olduğunda – onu etkilemek için özel bir fırsat vardır… Belki de (sağaltım) çözümlemecinin kişiliğinin hastanın onu kendi Ego ülküsünün yerine koymasına izin verip vermediğine de bağlı olabilir ve bu çözümlemeci adına hasta için bir peygamber, bir kurtarıcı rolü oynaması şeklinde bir ayartıyı içerir… Çözümleme kuralları… böylesi bir şeye taban tabana zıttır…
Zizek ve Zupancic tarafından sıkça tekrarlanan bir fıkra şu şekildedir: Adamın birisi “kendisinin darı olduğu ve bu sebeple tavuklar tarafından yenmekten korktuğu” şikâyetiyle psikiyatriste gider. Nihayetinde psikiyatrist onu darı olmadığına ikna eder ve adam hastaneden ayrılır. Birkaç dakika sonra koşarak hastaneye geri döner ve psikiyatrist kendisine sorar: “Niçin geri geldin, anlaşmamış mıydık, yoksa hâlâ darı olduğuna mı inanıyorsun?” Adam cevap verir: “Ben darı olmadığımı biliyorum ama tavuklar da biliyor mu?” (Söylemek gerekir ki içerisinde bulunduğumuz dönemde bir “ruh sağlığı uzmanından” beklenecek tavır hastayı darıların en güzeli olduğuna ikna etmesi olacaktır.)
Bu fevkalâde soru hemen histeriğinkini hatırlatır: Her şeyin farkındayım ama ne yapabilirim ki? Yahut bunu inkârın ürünlerine benzetebiliriz: Rüyamdakinin annem olduğunu düşüneceksiniz (bunun pekâlâ farkındayım) ama annem değil (evet annem, çünkü çoktan söyledim, ama annem değil çünkü annem değil). Hatırlanacak olursa, Dora’nın analizi terk etmeden evvel onun ikinci düşünü çözümlemekten epeyce heyecanlandığı belli olan Freud’a yönelttiği soru şuydu: “Çok mu önemli bir şey keşfettiniz?” Hiç şüphesiz bu şu demekti: Bir sonraki seansın son seansım olacağını keşfedebildiniz mi? Histerik yapının tarihselliğinin (historicity) analistin pozisyonu üzerindeki etkisi hiç şüphesiz burada devam ettireceğim kısa tartışmadan bağımsız değil.
Hâlâ Özne’nin “başına gelen şeylerin” seviyesindeyiz oysa Nächtraglichkeit, sonradanlık, Özne’nin Olay’ın başına geldiği seviyedir; bu seviyede ne kadar tutarsız olursa olsun yine de kabullenilen kör talihin oyunları yoktur. Kör topal fark etmez, talihten bahsedildiği an, yazgıya, Tanrı’ya, Öteki’ye göndermede bulunulur ve Freud’un uyarısı da tam olarak buna dairdir: Olay’dan hikâye damıtılmasını mümkün kılacak o referans noktası olmak, hiç şüphesiz beraberinde getirdiği tüm artı-keyif ile analisti ayartmaya teşnedir; nasıl olursa olsun, hiç fark etmez, bir hikâye olsun, bir şey olsun, yeter ki, hiç olmasın, hiç hiç gerçekleşmesin. Dora’nın yıllar boyu en sevdiği hekimler, hastalığına bir paravan öykü bahşedenlerdi. “Her şeyi göze almaya hazırdır Özne” der Zupancic Komedi: Sonsuzun Fiziği’nde, “yeter ki Öteki değişmeden kalsın.”
İş ile aşkı birbirine karıştırmamak gerekir, der Freud “Aktarım Aşkı Üzerine Gözlemler’de” (1915); sekiz yıl sonra “Ego ve İd’e” düştüğü dipnotun manası budur. “Analistin gözüne girmek için” çalışacaktır hasta, örneğin bir obsesyonel ise, “en iyi hastası olmaya çalışacaktır” onun[1]. Bu aşkın gerginliğini, tansiyonunu, hastanın keşfettiğini teorize etmeye devam etmesi için muhafaza etmek gerekir; bu gerginliğin psişeye bindirdiği enerji bir çeşit çalışmaya dönüşmelidir; Freud 1937’de analistin yorumunu “yeniden-inşaya”, 1896’ta ise yaşadıkları bölgede arkeolojik bir çalışma gerçekleştirilecek olan yerlilere “gerekli malzemenin sağlanmasına” benzetir. Her iki örnekte de ortak olan şey, çalışmanın analizan tarafından gerçekleşecek oluşudur; psikanalist yeniden-inşa denen şeye ancak ve ancak hasta derinlemesine çalışmaya giriştikçe kalkışabilir.
Tavukların bilmediği şey, bilinebilir olanların alanını, buna Sembolik diyelim, mümkün kılan şeyin onların bilmediklerini bilmiyor oluşudur; eğer Sembolik bilgiyi temin edecek bir sabit olarak kadirimutlak bir Tavuk olsaydı, bir kimse kendisini darı zannedemezdi bile. Ya darı olurdu ya da olmazdı; zannetmek (ki kadirimutlak bir Tavuğun olmadığı bir sistemde kim olduğunuzdan emin olmanız da nihayetinde zannınıza dayanır) yanlış-tanınmaya açıklıktır. Her şey bilinemez olana dairdir ve o kendisini, kimi vakitlerde, bir Olay biçiminde, bir göz kırpışında yıldızın, verip-çeker. Freud’a göre (“Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine”, 1911) her Özne, nevrotik olsun olmasın, gerçekliğin en az bir parçasına tahammül edemez ve bu en az bir psikanalitik açıdan “gerçeklik” denenin önceden-verili olmadığı manasına gelir; Gerçek’in gerçekliğe yaptığı şey budur. Gerçeklik sonradanlıktır; inkâr, bir “entelektüel işlev” olarak bastırılmış malzemeye “inkâr-damgasını” vuruyor ise aynı şey gerçeklik için de pekâlâ geçerlidir; o, yeniden-inşa edilir.
Bir sapak… Geçtiğimiz günlerde bir tweet atmıştım: Buralarda yeniyim ama görebildiğim kadarıyla psikanaliz sizinle aynı fikirde olmayan insanlara hesap sormak için kullanabildiğiniz bir araca dönüşmüş. Bu kibir hakkında diyebileceğim hiçbir şey yok. En azından şunu unutmayın: “Psikanaliz bir ikna sanatı değildir.”
Lacan “Psikanalizin Etiği” başlıklı 7. Seminer’inde dinleyicilerini şu şekilde uyarır: “Burada herhangi bir şekilde epistemolojiye girişmiş değilim.” Bu seminer, “gerçeklik ilkesine” dair bir tartışma ile başlar; Lacan, kendi ifadesi ile “gerçeklik ve keyif ilkeleri” arasındaki diyalektiği ele alır.
Freudyen bilinçdışı, sırrına psikanalistin mazhar olduğu bir bilginin (sabit, kesintisiz bir bilginin) mekânı değildir, “bir iş sahasıdır”; Freud pek çok farklı metninde söyler[2], psikanalist bu “işe” kulak vermek zorundadır. Bu işte öyle bir teknik söz konusudur ki (Zupancic Komedi’de oldukça berrak bir şekilde “bu teknikten keyif alınır” der) sürekli yeniden üretim hâlindedir. Yukarıda “yeniden-inşadan” bahsederken şu noktayı ele alıp almamak konusunda tereddüt etmiştim, tereddüdün tekerrürüne hacet yok: Bu yeniden-üretim, bir ürünün yeniden-üretimi değildir. Freud “Bastırma” (1915) başlıklı makalesinde şunu gösterir: asal bastırma asıl bastırma değildir. “Gerçekliğin inşası” gibi bir ifadenin kulağa ne kadar sıkıcı geldiğini inkâr edemeyeceğim. Bu noktada sadece şunu söyleyebilirim: Freud “Sağaltımın Başlamak Üzerine” (1913) başlıklı makalesinde analizin başlangıcını ustalarca gerçekleştirilen satranç açılışlarına benzetir; muhakkak ki bunlara çalışılmalıdır ama ihtimâllerin sonsuz eksi bir çokluktadır. Abartılı bir ifade olacağının farkındayım ama psikanalizde her bir hamle, buna “serbest çağrışım” diyelim, bir öncüle sahip olmamaları sebebiyle, 0’dan başlamamaları sebebiyle, Bir’den sonsuz kez farklıdır. Bir başka yerde “karanlığın içerisindeki tanıdık bir ses” dediğim bir arkadaşımın önerdiği bir kitabın kahramanı “saymaya 1’den başlayamadığı için” (ve saymaya birden başlayamadığı için) ölüm gibi hâllerle boğuşuyordu. Proust’un şiiri, bildiğiniz üzere, hatırlamaya birden başlayarak başlar. Birden başlamanın 1’den başlamak olduğunu iddia etmiyorum; üstelik bazen başlanamaz. Psikanalizin keşiflerinden bir tanesi, sessizliğin analiz edilebilirliğidir.
Dolayısıyla ben bu tweeti atarken “herhangi bir şekilde etiğe girişmiş” olabilirim ama bunun sancısı, labour’ı, iş etiğine dairdi.
Şahin Ateş
[1] Bu yorumu Dr. Mehmet Mansur’un “obsesyonel nevroz” üzerine yapmış olduğu derslerden birisine borçluyum.
[2] “Yas ve Melankoli”, “Bilinçdışı”, “Kıskançlıkta, Paranoyada ve Eşcinsellikte Bazı Nevrotik Düzenekler” gibi.