GenelMetin

S. Freud’un “Psikanaliz Uygulayan Hekimlere Öneriler” (1912) Başlıklı Makalesi Üzerine- İbrahim Şahin Ateş

Bu metin, Felsefe Sanat Psikanaliz bünyesinde düzenlenen “Freud’un Teknik Metinleri” atölyesi kapsamında 19.03.2023 tarihinde tarafımca gerçekleştirilmiş sunuma aittir. Freud’un ilgili makalesinin başvurulan çevirisi bu bağlantıdan okunabilir.

 

Herkese merhaba, 

Bugün çalışacağımız makaleyi özetlemek için, zannediyorum ki onun konusunun “serbest çağrışımın analistteki muadilinin ne olduğunu araştırmak olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır. Nitekim Freud’un kendisi de buna oldukça yakın bir ifadeyi, makalenin (f) maddesinde dile getirir. Bu, çok açıkça, şu demektir: Psikanaliz, neredeyse daima, analizanın payına düşen iş ile tanımlanmaktadır. Bu iş, bildiğiniz üzere, “serbest çağrışım”dır. Yani, çokça dillendirildiği üzere, “aklınıza ne gelir ise söylemek”tir bu. Öncelikle, Türkçede “akla gelen” dediğimiz şey üzerinde biraz duralım. İki alıntı yapacağım.

1. Bilimsel Bir Psikoloji Projesi (1895). “Esasında bu düşünce süreci, anormal de olmadan, çok daha sıktır; bu bizim arada sırada bilince – bilinçdışı olan lâkin bilinçli hâle gelebilen aracı bağlantılar ile giden ve bilinç olarak bilinen şey – sızmalar[1] ile giden olağan bilinçdışı düşüncemizdir.” Sızıntı sözcüğü, burada, Einfälle’nin karşılığıdır.

2. Psikanalize Giriş Konferansları, “III. Konferans”, İngilizce çevirinin editörüne ait olan not. Bu noktada editör, “thing that occurred to him” ifadesinin Almancadaki Einfall’in karşılığı olduğunu bildirir ve bu sözcüğü “çağrışım” ile karşılamanın bir sorun teşkil edeceğinden zira Freud’un bazen hakikaten de Assoziation sözcüğünü Einfall’in eş anlamlısı olarak kullandığından bahseder. Lâkin durum her zaman böyle değildir. Her halükârda, önerdikleri çeviri, bir şeyin (örneğin bir temsilin) bir kişinin başına gelmesidir. Yani, neresinden bakarsanız, bu bir Olay’dır. Nasıl bir Olay? Freud’un 1894’te in ihrem Vorstellungsleben, 1922’te “libidinal ekonomik devrim” ve son olarak 1931’de Wo Es war, soll Ich werden dediği türden, bir Olay’dır. Büyük harf ile yazılmayı hak eden bir Olay’dır bu. Kestirilebilir olmayan, bir dil sürçmesi, edim hatası, unutkanlık ve benzerleri şekilde kelimenin tam anlamı ile sizde vuku bulan bir Olay’dır. En azından analize bu şekilde gelinir ya da analizde bununla karşılaşılır. Ve bunun, ki çalışacağımız makalede Freud analistleri kesin bir dil ile uyaracaktır, analizanı “hatırlamaya zorlamak ile” hiçbir ilgisi yoktur. Çalışmanın gündemi analist tarafından dikte edilemez, önceden hazırlanmış sorular bütününe indirgenemez, çeşitli bilgileri (örneğin “sözde anamnez alma” maksadıyla) elde etmek için analitik bir görüşme gerçekleştirilemez. Freud’un 1937’de kaleme aldığı “Analizde İnşalar’da” (1937) okuyucularına hatırlattığı üzere “hatırlama” işi analist tarafından gerçekleştirilebilen ya da yönlendirilebilen bir iş değildir. Bu işin gerçekleştiği koşullar (örneğin seans ücretleri, süreleri, aktarım…) çalışmaya açıktır ve açık olmalıdır. Lâkin bu analistin analitik çalışmaya daima bir ayağını dışarıda tutarcasına bir tavır ile yaklaşması manasına gelmemektedir; Freud’un Charcot, Bernheim ve Breuer’de gördüğü şey, ilk şey, üstünün kirleneceği gerçeği idi. “Histerinin Etiyolojisi’ne” (1896) bakın. Analist analizana hikâyesini kazabilsin diye kazma kürek sunacak ve kazıya eşlik edecektir lâkin “anamnez ile arkeoloji” olmaz, bu çok açıktır. Çevrenizdekilerin “analitik çerçeve” denen şeyden nasıl söz ettiklerine dikkat ediyor musunuz? Neredeyse “hiçbir şey olmasın” diye inşa ediliyor, bir sahne. Beş Konferans’ta (1909) Freud’un bir histeriği nasıl betimlediğini hatırlayın: Histerik, karşısında bilgi üretmeye çalışan, bilgisini kendisine pazarlamaya çalışan (erkek) bir bilim insanını tarumar eder. Sevgili bilimcimiz buna çok içerler, öfkelenir. Öfkelenmesi anlaşılır, tabii. Histerik, onun çeşit çeşit uğraş ile senelerce ilmek ilmek ördüğü bir yapının ipliğini pazara çıkartır. Hastayı susturmak için özenle yapılandırılmış her çerçeve, Einfall’in önüne geçilsin diye, pencereleri sıkıca örter.

Yapmış olduğum girişi şu soru ile sonuçlandırabilirim: Analistin kulakları nasıl iş tutacaktır analizandan neredeyse imkânsız bir kurala riayet etmesi beklenirken? Daima bu kuralın basit gözüküyor olmasına karşın analizan tarafından uygulamaya dökülebilmesinin oldukça güç olduğunun altı çizilir. En nihayetinde nasıl olacaktır da bir insan çağrışımlarının hakikaten de “serbest” olabilmesi gibi bir koşulu yerine getirebilecektir? Bu koşul yerine geldiğinde, analizan orada olacak mıdır ki? Elbette cevap olumsuzdur. Hatta, dahası, bazen analizan “evet, buradayım” derken hiç oralı olmayacak, bazen “hayır”larken hiç olmadığı kadar oralı olacaktır; üstelik, bazı analizanlar gerçekten çok fazla “malzeme” getirecek ama bu hepsi için geçerli olmayacaktır. Tekrar ediyorum: Neredeyse imkânsız bir kuraldır, bu ve böylesi imkânsız bir şey icra edilirken, çünkü klinik deneyimlerimizden biliyoruz ki ne kadar imkânsızsa o kadar gerçektir bu icra, nasıl olabilir de bir analistin kulakları dalgalı takip edebilir, analizanın sesini? Aksine, analist analizanın sesine öylesine sadık olmalıdır ki analizan onu “yanlış hatırlamak”, yanlış yorumlamak ve nicesi ile suçlarken bir an olsun kendisini savunmaya kalkışmamalı, suçunu suçlandığından çok kabul etmelidir. Dalgalı dikkat ancak, şayet analizanın analist ile her an dalga geçiyor olabileceğine atıf ile yapılmış bir şaka ise, Freudcu psikanaliz ile uyum içerisinde kabul görebilecek bir şekilde, kabul edilebilir bir çeviridir.[2]

Kim bilir? Evet, bu (a) maddesinin sorusudur. Bu makaleyi ilk kez okuduğumda, yıllar evvel, analist olmak için gereken hafıza kudretinin bende olmadığını düşünmüş, içerlemiştim. Dalgalı bir dick-cut olmuştu, yani. Kastrasyon. Dalga-sız yani, neticede. Sevgili Batuhan Demir’in Freud okurken daima sorduğu soru, bende henüz yoktu: Freud neler gözlemlemiş olabilirdi, kendisine bunları yazdırmış olabilecek? Not almanın her yolunu denemenizi, ben naçizane, tavsiye ederim. Aklınıza gelen her şeyi deneyin ve denediğiniz şeylerin bir sonraki seansta size ve kulağınıza neler yaptığına, kulaklarınızı nasıl tıkadığına bir bakın…[3] Meslek hayatının başındaki herkes, dinlediği kişide tespit ettiği “örüntülerden” aldığı hazzı tadacaktır. Bütün sevgililer birbirlerine benzer ve siz, takdire şayan “zihin açıklığınız” ile bu örüntüleri heyecanla hastanıza sunarsınız. Hastanız, en iyi ihtimalle, belki biraz “şaşırır” da “narsisizminiz” bu evreyi kazasız belasız atlatır. Lâkin çoğu zaman, kolaylıkla görülebileceği üzere, “örüntü” denen şey, kulakları tıkayan ne varsa onlara dahildir. Freud bunlara Weltanschauung der, “dünya görüşü”, yani. Bu bilgi, yine Freud’dan alıntılayalım, en iyi ihtimalle bilinçdışı bilgiler bütününün “yanına” eklenecek lâkin hiçbir zaman “yerine” geçemeyecektir. Neredeyse her zaman “dedektif” gibi iş tutmayı düşler, bu işlerle meşgul kişiler. Halbuki birazcık komedyen kulağı, hiç fena olmayabilirdi. Espriler’in (1905) Freud’un takip etmesi en zor kitaplarından birisi olmasının ve bu kadar çok ihmal edilmesinin çok önemli gerekçeleri var. 

Kim bilir? Freud’un harikulade bir ifadesini alıntılayalım: “Unutulmamalıdır ki birisinin duydukları çoğunlukla anlamları ancak daha sonradan (Alm. nächtraglich) tanınan şeylerdir.” Yalnızca bu cümle dahi, olağanca berraklığı ile, analistin kulağının işinin “anlayarak dinlemek” olmadığının bir göstergesidir. Önce anlayıp, sonra dinleyemez analist. Ne var ki denenen sıklıkla budur. Anlamak için dinlenir ve anlaşılamayacak, anlaşılmaya direnen ne var ise kulak arkası edilir. Tüm bunlara, az evvel, Einfall demiştik. Analizanın başına bir şey geldiğinde (ki er ya da geç gelecektir yahut analist bunun koşullarını canlı tutmakla mükelleftir) analist orada olabilecek midir, acaba, kulakları ile? Belki de şunun altını çizerek devam etmek yerinde olacaktır: İşitilenin ancak ve ancak sonradan anlaşılabileceğinden bahsedilişi, işitilenin işitildiği anda analistin sahip olduğu bir bilgi eksikliği sebebi ile anlaşılamadığına delalet değildir. Bu cümledeki “sonradan” ifadesi, yakinen tanıdığımız bir kelimedir, esasen: Nächtraglichkeit. Yani, Türkiye’de yaygınca bilinen Fransızcası ile apres-coup ya da “sonradanlık” diyebileceğimiz şey. Analitik çalışma için zamansallığın ta kendisi. Hiç şüphesiz hakkında konuşulabilmesi için konuşmacıdan saatler bekleyen bir kavramdır bu; bu akşamki sunumumun çerçevesini muhafaza etmek zorundayım, takdir edersiniz ki. Lâkin yine de bu zamansallığa bulunduğumuz bağlam çerçevesinde hak ettiği önemi teslim edebilmek adına, sizleri “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920) makalesinin IV. Bölüm’üne gönderebilirim. Çokça kritik bir bölümdür ve Freud orada bize oldukça önemli bir şey söyler: “Saatlerin ölçtüğü zaman bir savunma mekanizmasıdır.” İlginç bir şekilde, Freud’dan çokça “savunma mekanizması” türetenler bile (ki bu nafile ve gayri psikanalitik bir çabadır), bu ifadeye gereken ihtimamı göstermemek için adeta çaba sarf ediyor gibidir. Şu sonuca varabiliriz: Söz konusu olan ne bir “bilgi” eksikliği ne de çalışmanın “gençliğidir.” Olay, eksikliği dolduracak bir mertebeye ait değildir. Yapılandırılmış bir formda cevabını tespit edemediğimiz sorular ile cebelleşmekte değiliz. Bilinçdışının “açılıp kapanmasından” ya da bir yıldız gibi göz kırpmasından bahsediyoruz. Çalışma ilerledikçe kimi analizanlar “çeşitli yöntemler” geliştirmeye teşne olacaktır: Seansa notlar ile gelmek, rüyalarını yazmak… Aramaya başlamışlardır. Kendi kendilerine ödevler verirler. Size bahsetmek istedikleri konuları yazar, bir sıraya riayet ederek konuşmaya başlarlar. İşte, şayet “eksik bir bilgi”, kronolojik bir zaman çizgisinde “yerine oturtulmak için” araştırılacak olur ise bu “özverili” analizanın “serbest çağrışım” hususunda düştüğü yanılgıya, analistin ta kendisi de düşmüş olacaktır. Analizan bu türden çabalarından er ya da geç el çekecektir ama analistin narsisizminden el çekebilmesi bu kadar kolay olmayabilir. İşte, Freud’a bu makaleyi yazdıran şeylerden birisi budur. Bu sebeple Freud, bir noktada, “analizanı bir şeyler hatırlamaya zorlayan analistleri” uyarmak zorunda kalır. Bu türden bir arayış birkaç farklı seviyeden hem epistemolojik hem de ontolojik olarak, psikanalize taban tabana zıttır. Seansa sayfalarca not ile gelen analizan, Freud’un tabiri ile “çok soru soran ama hiçbir zaman sorulması gereken soruyu soramayan çocuktan” farklı değildir ve çoktan psikanalizin yegâne kuralına riayet etmeye başlamıştır. Bir özveriyi değil direnci sergilemektedir. Peki analist?

Böylelikle (b) ve (c) maddelerine gelmiş bulunuyoruz. Bunlar “not almaya” ilişkin maddeler ve bu husus üzerinde şimdiye dek görüşlerimi sizlere sundum. Yine de bu noktada birkaç şey eklemem gerekir ise bu bilhassa sayısal ifadelerin, tarihlerin ve mekânların “nasıl” not alınacağına ilişkin olabilir. Bunlara yönelen kulağın, işittiği diğer herhangi bir şey karşısında takındığı tutumdan farklı bir tutum takınması için, yani “yansızca-bekletilen dikkatini” kesmesi için hiçbir gerekçe göremiyorum. Bir şehir isminin ya da bir rakamın yalnızca bir şehri ya da bir rakamı temsil ettiğini iddia edebilmenin psikanalitik açıdan desteklenebilir olduğu herhangi bir zemin nasıl tahayyül edilebilir ki? Öyle ise bunlar söz konusu olduğunda, bir istisna gerekli değildir. Rakamların şekillerinden tutun da bir şehrin nesiyle meşgul olduğu gibi her çeşit çağrışım, bunların “biyografik veriler olarak not alınmasının ve yalnızca bu şekilde değerlendirilmesinin” ne kadar güdük ve sorunlu bir yaklaşım olduğunu göstermeye yetecektir. Hatta, ben bu listeye yanlış yapılan hesaplamaları da dahil edebilirim. Tevrat’tan Yaratılış’ın 15. Bölüm’ünü sizlere anımsatacağım. İkinci mısrada Abram, Tanrı’ya şöyle sorar: “Ya Rab Yahve, bana ne vereceksin?” dedi, “Çocuk sahibi olamadım. Evim Şamlı Eliezer’e kalacak.” Sonrasında, çokça bilinen bir hadise vuku bulur. Rab Abram’ı çadırın dışına çağırır ve gökyüzüne bakmasını, yıldızları saymasını ister. “İşte” der, “soyun onlar kadar çok olacak”. Rabbi Şimon Bar Yohay’ın yorumuna göre Rab, Abram’ın isminde olmayıp da Abraham’ın isminde olan bir soydan, yani, Abraham isminin “yıldız haritasından” bahsetmektedir. Bu sebeplere göklere baktırmaktadır, Abram’a. Henüz sünnetli değildir. Olacaktır. Abram’ın sözcük anlamı “ulu baba” iken Abraham “birçoklarının babası” demektir. “H” harfi, buna delalettir. Saymak kutsaldır, yıldızlar da öyledir. Lacan “Sıçan Adam’ın” hikâyesi “yıldız haritasında gizlidir” der, aile romansını kastederek. “Bir harf darbesi” der Derrida buna, şairane metni “Abraham, Abraham!” içerisinde. Analist kulağını tıpkı Abram ve Abraham gibi, iki kez çağırılmaya ve en az bir kez üstlenmeye açmalıdır. “Yanlış duymak” buna dahildir. Bir keresinde Dr. Mehmet Mansur “analist kendi bilinçdışının analizanın bilinçdışını işittiğine güvenmelidir; bu, uğraştığımız bilimin koşuludur” demiş idi.

(d) maddesi ilginç. Hafta içerisinde, çok sevdiğim bir dostum, makaleyi okur iken Freud’un bu maddede söylediklerinin “süpervizyonu imkânsız kıldığını” ya da başka bir ifade ile “süpervizyonun analitik sürece engel teşkil edebileceğini” ima ediyor olabileceğini düşündüğünü söyledi. Makul bir endişe ve kıymetli bir şerh. Lâkin Freud şöyle yazıyor: “Şayet biz çoktan bilinçdışının psikolojisi ve psikanalitik çalışma ile elde edebildiğimiz nevrozların yapısına ilişkin tüm bilgiye (yahut en azından esas bilgiye) sahip olsaydık bu iki tutum arasındaki ayrım lüzumsuz olurdu. Şu anda hâlâ bu hedeften uzağız ve şimdiye dek öğrendiklerimizi test etme ve bilgimizi daha da genişletme olasılığından kendimizi mahrum kılmamalıyız.” Şimdi, bu alıntıdan pekâlâ anlaşılabileceği üzere, Freud bu maddede “devam eden seansları bilimsel araştırmalar için kullanmamak” gereğinden bahsederken, teorik gayeler uğruna “organik” sürecine müdahale edilebilecek süreçlerden bahsediyor. 1912 yılındayız. Freud’un eserinin “çocukluk” yıllarında olduğunu söyleyemeyiz lâkin kliniğinin gelişme yolunda adımlar attığı bir yıl olduğu aşikâr ve bu dönem, aynı zamanda, önemli ayrılıkların yaşanacağı bir dönem. Diğer bir yanda, muhtemelen, Freud’a “metapsikoloji” makalelerini yazdıracak olan ilk gözlemler bu dönemde gerçekleştirilmekte. Yani, burada klinik ve bilimsel çabalar birbirlerinden ayrılırken bizim aşina olduğumuz süpervizyon sürecinin kapsamından çok daha farklı bir kapsamdan bahsediliyor olabilir. Her halükârda, elbette ki her bir vaka çalışması psikanalizin geleceğinden bir parça taşımaktadır; her bir analizanımız psikanalizin geleceğidir. Psikanaliz ancak ve ancak bu yol ile gelişmeye yazgılı bir bilimdir. Kaldı ki Freud’un burada alıntıladığım satırlardan “nispeten de olsa” farklı imalarda bulunan ifadelerine rastlamak da mümkündür. Örneğin “Bir Çocuk Dövülüyor” (1919) makalesinde şöyle yazar: “It would be desirable to obtain practical results in a shorter period and with less trouble. But at the present time theoretical knowledge is still far more important to all of us than therapeutic success, and anyone who neglects childhood analysis is bound to fall into the most disastrous errors.” Nitekim çalışmakta olduğumuz metinde de kısa sürede elde edilebilecek başarılar uğruna psikanalizden vazgeçilmesine Freud ayrıca değiniyor. Bunu şimdilik bir kenarda bırakalım. 

(e) oldukça önemli bir madde ve “Aktarım Aşkı Üzerine Gözlemler” (1915) başlıklı makaleyi çalışıyor olduğumuzda bu maddede öne sürülenler üzerine daha çok konuşma fırsatına erişecek ve bu vesile ile ilk oturumda çalışmış olduğumuz “Aktarımın Dinamikleri’ni” (1912) de anmış olacağız. Bu noktada en azından şu şerhi düşmek kâfi geliyor: Burada Freud tarafından kastedilen, adına aktarım denen aşk yahut nefretten neredeyse ahlâkî bir tutum ile kaçınmak değildir. Bazen doğrudan bazen ise dolaylı kanıtlar yolu ile analizanın tarihinde ve söyleminde bir yere, örneğin bir diziye yerleştirildiğinizi fark edeceksinizdir. Ya da daha doğru bir ifade ile “size hitap ederek konuşan” bu kişi karşısında daima tetikte olmak gerekecektir; mesele duygusal manada “soğukluk” değil, size yöneltilen talebin karşısında takınacağınız tavırdır. Freud, “Aktarım Aşkı…” makalesinde, oldukça öz bir biçimde, analistin karşı karşıya kaldığı aşkı tatmin ya da reddetmesinin analitik bir tavır olmadığından dem vurur. Aşk askıda bırakılmalıdır, nefret göğüslenmelidir zira işi yapacak olan analizandır. Lütfen, bugün bu makaleye ikinci kez atıfta bulunuyorum, “Histerinin Etiyolojisi’ne” bir bakınız. Freud’un arkeoloji ve psikanaliz arasında kurduğu koşutluk zihin açıcıdır.

(f) nihayet benim henüz girişte söylediklerimin Freud tarafından alenen dile getirildiği maddedir. Bu makale analizin yegâne koşulunun, yani “serbest çağrışımın” analistteki muadilini açıklığa kavuşturmak maksadı ile yazılmıştır. Analistin işi bir keşif değil, yeniden inşadır (bunun önemini ne kadar vurgulasam az kalacaktır, çok zarif bir ayrımdır bu) ve payına düşen şey, Freud’un harikulade tasviri ile, kendi bilinçdışını alıcı bir organmışçasına analizanın bilinçdışına çevirmektir. Dr. Mehmet Mansur bu sahneyi Mickey Mouse’un kulaklarına benzeterek örneklerdi. Devasa kulaklar, neredeyse kafadan büyük kulaklar, kafanın yanında sağa ve sola yayılmış, analizandan sesler yakalamaya çalışıyor. Kolay iş olmadığı gibi bununla sınırlı da değil. Freud’un çok kıymetli cümlelerini alıntılıyorum: “Kolaylıkla, belirsizce kavramış olduğu kişiliğinin belirli bir kısmını dışarıya, bilimin alanına, evrensel geçerliliğe sahip bir teoriymiş gibi yansıtma ayartılmasına düşecektir; psikanalitik yöntemin itibarını sarsacak ve tecrübesiz olanları yolundan şaşırtacaktır.” Bir bilim insanın kendi kişiliğinin bir kısmını uğraşısına yansıtışı… Burada ayrımına varılması gereken bir hadise var: Unutulmamalı ki Freud bu makaleye başlarken birazdan sayıp dökeceği öğütlerin kendisinde işe yaradığını ve kişiliği “başka şekilde yapılanmış bir kişide” işe yaramaz olabileceklerini söylemişti. Yani, analistin stili denen şey kaçınılmaz olarak “kişiliğinden” gelecektir. Bu kelimeyi, yani kişiliği, özellikle tırnak içerisinde yazıyorum. Freud’un “kişilik”ten bahsettiği metinlerin sayısı sanıyor olabileceğinizden çok daha az sayıdadır. Freud şayet kişilikten modern psikiyatri ya da psikolojide duyduğumuz şekli ile derli toplu bir örüntüyü anlıyor isek, hiç bahsetmez. Kişilik Freud için bir “yapılanma”dır ve elbette ki kaçınılmaz olarak esnektir. Örneğin, “Takıntılı Nevroza Yatkınlık” (1913) başlıklı makaleye bakabilirsiniz. Evvela histeri, sonrasında ise takıntılı nevrozdan mustarip olan bir kadının harikulade bir tasvirini sunar, bu makale. Elbette ki analistin stilini belirleyecek olan şey “kendi bilinçdışı” olacaktır…[4] Demek ki analist kendi bilinçdışını iyileştirmek ile mükellef değil. Ama ondan bir stil yaratmak zorunda. Gösterenlerinizi çalışmak zorundasınız. Hatta, onları genişletmek, nasıl çoğaldıklarını ve nasıl titreştiklerine kulak vermek, düşünce dünyanızı ve kulaklarınızı onlara açmak zorundasınız. Kişilik budur. Alıcı kulakların analizana açılışı budur. Analizanı çalışmaya davet etmenin bir yolu, budur. “Sonlandırılabilir Sonlandırılamaz Analiz” (1939) makalesini bu kulak ile okumak gerekir. Ne var ki, ilginç bir şekilde bugün “çerçeve” denen şey, analistin bir “stil” yaratabilmesini önlemenin türlü yollarıyla yapılandırılıyor gibi gözüküyor. Bu gerçekten ilginç fakat anlayabiliyorum. Çok risksiz psikanalizler ve günahsız psikanalistler icat edilmeye çalışılıyor.

Makalenin son iki önerisi, yani (g) ve (i) sırasıyla analistin “kendisini açık etmesi” diyerek özetleyebileceğimiz bir tutum ve “entelektüel iş birliği” ile ilgilidir. İlki, özellikle, ilgi çekicidir ve bence Freud’un şu cümlesi ile özetlenebilir: “Fakat burada doktor bir kez daha kendisini kontrol altında tutmalı ve kendi arzularındansa hastasının kapasitelerini rehber olarak almalıdır.” Freud’un Psikanalize Giriş Konferansları içerisindeki “Aktarım” konferansında oldukça kıymetli bir uyarısı bulunur. Özetlemek gerekir ise şöyle söyler: Şayet bir analist, bir yorum vesilesi ile analizanının “hayatını değiştirdiğine inanıyorsa” tedbirli olmasında fayda vardır. Analizan “hakikaten de böyle olduğunu” söyleyebilir, örneğin. Eskisi gibi olmadığını, artık her şeyin değiştiğini söyleyebilir. Freud der ki “şayet hayatı bu kadar kolay değişebiliyor ise bunun sizin yorumunuz ile hiçbir ilgisi yoktur.” Freud doğrudan “analistin arzusu” hakkında konuşmaktadır. Oldukça heyecan verici satırlar, bunlar. Zannediyorum, yine, “Aktarım Aşkı…” makalesinde bu hususa değinmemiz icap edecektir. Sunumumun son anlarına sıkıştıramayacağım kadar önemli bir konudur bu.

Böylelikle geriye son madde kalıyor ki esasında Freud’un bu hadiseye ilişkin hoş bir yorumu “Vahşi Analiz” (1911) makalesinde bulunabilir. Bilmeyenler için kısaca da olsa aktarmak isterim…[5]

Teşekkür ederim.

 

Sunan: İbrahim Şahin Ateş

 

[1] Alm. Einfälle.

[2] Bu paragrafın devamında, yazılı metne dahil edilemeyecek olan bir vaka örneği bulunmaktadır.

[3] Bu cümlenin devamında, yazılı metne dahil edilemeyecek olan bir süpervizyon örneği bulunmaktadır.

[4] Bu cümlenin devamında, yazılı metne dahil edilemeyecek olan bir süpervizyon örneği bulunmaktadır. 

[5] Sunumun son kısmı “doğaçlama” gerçekleştirilmiş ve Freud’un “Vahşi Analiz” (1911) metni dinleyicilere özetlenmiştir.

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu